31 Aralık 2017 Pazar

Kumdaki İzler


08.06.2017

Acı, kemiklerimi kemiren termit şimdilerde.
Kumun üstüne dizip
Suya karışmalarını beklediğim acılarım…
Ekmek kırıntıları olmuş peşime hepsi
Bırakmıyorlar yakamı, boğuyorlar beni
Soluğumu tutup koşmaya çalıyorum
Daha ben uzaklaşamadan tutuyorlar eteklerimden,
Her biri başka bir köşemden çekiştirip
Yanlarına alıyorlar beni.
“Biz gidersek sen de bizimle geleceksin
Kilidi kapısı yok bunun, kaçışın yok bizden”
İnsanın acıları konuşur mu?
Konuştular benimle
Yüzüme vura vura kendilerini
Aklımı başıma getirdiler
Biliyorum artık hiç gelmeyecek deniz buralara
Kaybolmayacak onların izleri
Zor yolla da olsa anladım…

28 Aralık 2017 Perşembe

Sensiz Bir İlk Bahar - Agatha Christie


*

Agatha Christie, polisiye kitaplarının dışında, Mary Westmacott ismiyle altı tane duygusal roman yazmış. Bu altı kitaptan biri de Sensiz Bir İlkbahar.

Açıkçası kitabı beğendiğimi söyleyemiyorum. Agatha Christie'nin polisiye kitaplarından birkaç tanesi okumuştum, onlara hiçbir sözüm yok gerçekten güzel kitaplardı. Zaten bunu benim size söylememe gerek bile yoktur çünkü Agatha Christie’nin bu türün kraliçesi olduğunu bilmeyen duymayan kalmamıştır artık. Benim de gerçekten çok sevdiğim bir yazar olduğunu eklemek isterim. Bu yüzden çok büyük beklentiyle aldığım bu kitabı beğenmemiş olmak da beni biraz şaşırttı. Hatta bana hiç duygusal bir roman gibi gözükmemesinin yanından başkahraman olan kadın beni kelimenin tam anlamıyla gıcık etti. Normal hayatta bile gerçekleri görmeyen bu tarz insanlardan olabildiğince kaçmaya çalışırken onlardan birinin hikayesini okuyor olma benim için rahatsız ediciydi. Bu da bu kitaba şimdiye kadar yaptığım en kötü eleştiriyi yapmama sebep oldu diyebilirim.

**

İran'daki kızının yanından dönerken yoğun yağış yüzünden treni gelemeyen ve konuşabileceği, zaman geçirebileceği kimsenin olmadığı bir handa günler geçirmek zorunda kalan, bu mecburiyet sonunda da kendisiyle konuşmaya ve daha da önemlisi düşünmeye başlayan bir kadının iç çalkantısını görüyoruz aslında bu kitapta. Bu iç savaşla birlikte gelen düşünme evresinin sonrasında hayatındaki yanlışları, kendini kandırdığı noktaları fark eden, kendisiyle, kocasıyla ve çocuklarıyla ilgili büyük kararlar alan bu anne her ne kadar değişmiş, akıllanmış olsa da bütün her şey trene binip eve gidene kadar sürüyor.

23 Aralık 2017 Cumartesi

Arcturus'a Yolculuk - David Lindsay


İthaki’nin bilimkurgu klasikleri adı altında unutulmuş, köşede kalmış kitapları tekrar basması beni çok etti. Kapak tasarımları, çevirileri ve diğer bütün ayrıntılarıyla çok güzel oldu bu seri. Arcturus’a Yolculuk, bu seriden okuduğum ilk kitap yanlış hatırlamıyorsam ama yine büyük umutlarla okumaya başladığım kitaplardan birini daha sıkıcı buldum.

David Lindsay’in yarattığı gezegen çok güzeldi ona hiçbir lafım yok. O gezegeni anlatabilmek için yeni renkler üretmesi, karakterlere hikayenin içindeki göreve göre isimler vermesi çok güzeldi. Her şeyden güzeli kitabın barındırdığı düşünceler yaptığı eleştirilerdi bence. Usta bir yazarın elinden çıktığını görebiliyordunuz kitabı okurken. Tüm bu iyi yanlarının yanında fazlaca uzatılmış geldi bana kitap. Çok fazla cümle vardı sanki. Bu da okurken bir süre sonra sıkılmama sebep oldu. Bu sıkıntı da yarattığı hayranlığı alıp götürdü benden.


Yine de okunması gereken bir kitap olduğunu düşünüyorum. Size katacağı şeyler muhakkak olacaktır. Ben, diğer bilimkurgu klasikleriyle aradığım tadı bulmaya çalışacağım.

16 Aralık 2017 Cumartesi

Hayali - Hayati Kahraman


Uzun zamandır doğru düzgün bir şeyler yazma fırsatı bulamıyorum. Dersler, gezmeler, sınavlar derken kelimeleri bir araya getirmeyi unutmaya başladığımı fark ettim. Ben de bu yüzden beni hem çok mutlu eden hem de bir yandan sinirlendiren bir olaydan bahsetmek için yazmaya başladım buraya.

Yaz tatilinde yeni yeni ortaya çıkan bir yayınevi bana mesaj attı. Açıkçası bana mesaj atana kadar böyle bir yayınevi olduğunu bilmiyordum. Proje Kitap Serisi adı altında kitap çıkaracaklarından bahsetti, bana da hikaye göndermek isteyip istemediğimi sordu. Büyük ihtimalle instagramda profilime denk gelip blogun linkini gördüklerini düşünüyorum. Gerçi buraya kadar olanlar öyle çok da önemli şeyler değiller. Önemli olan kısım bu yayınevi sayesinde yazdığım iki hikaye ilk defa basılmış oldu. Kitapların kargoları gelince açmadan önce bir süre salonun ortasında paketlere sarıldım resmen. Gerçekten beni çok mutlu eden bir andı. Büyük ihtimalle de hayatımın sonuna kadar unutamayacağım bir an. Bu kitaplar sayesinde de yine hayatımda ilk defa kitap imzaladım canım arkadaşlarım sağ olsunlar.

Şimdi olayın sinir bozucu kısmından bahsetmek istiyorum biraz. Benim heyecanla beklediğim, günlerce kargo gelsin artık diye kapıları gözlediğim bu kitaplarda hikayelerim yanlış başlıklar altında basılmış. Benim yazarken yaptığım kesme işaretleri onların basım düzenine uymamış ama dikkat edilip düzeltilmemiş bile. Bu bende, yaptıkları işe yeterince özen göstermedikleri hissi uyandırdı açıkçası. Sadece benim yazılarımda mı var bu sorun bilmiyorum henüz diğer hikayeleri okuma fırsatı bulamadım ama hiç mi kimsenin gözüne çarpmadı bu. Son okuyucu yeterince dikkatli okumamış anladığım kadarıyla. Ben normal de bile aldığım bir kitapta yazım hatası ya da başka bir şey varsa hemen dikkat edip çiziyorum orayı, benim yazdığım bir hikaye de böyle bir şey olması beni gerçekten üzdü. Bununla birlikte kitaplar kalite olarak da hoşuma gitmedi. Kapağı gerçekten çok güzel yapılmış ona hiç sözüm yok ama dış basımında kaymalar olmuş, sayfalar da samanımsı hissi var.

Biraz bulmuş da bunuyor diyebilirsiniz ama benim çok önemsediğim bir işte böyle şeyler olması beni ciddi anlamda hem üzdü hem de sinirlendirdi. Ben buraya ya da başka bir yere yazarken hiçbir zaman ilerde bir gün kitap çıkartırım düşüncesiyle yazmıyorum. Buna yeterli olduğumu düşünmüyorum çünkü.

Ben bir kitabı okurken her zaman bu kitap bana ne kazandırıyor diye bakarak okurum. Benim için sadece çok iyi kurgu, olay örgüsü yetmez. Okuduğum kitapların bana yeni bir bakış açısı, düşünce katmasını beklerim. O kitabın hayal gücümü zorlamasını, beni farklı yerlere çekmesini isterim. Yazarken de olabildiğince buna özen göstermeye çalışıyorum. Dürüst konuşmak gerekirse önüne gelen herkesin yazar havasına girip kitap çıkarmasını, yayınevlerinin de para kazanma amacıyla bu tür işleri desteklemelerini sevmiyorum. Tabi ki her zaman Kafka, Herman Hesse, Zweig, Albert Camus, Gogol ya da burada adını sayamadığım çok değerli yazarlar okunmuyor. Kafa dağıtmak, ara vermek ya da yoğun olduğum zamanlarda da kitap okumaya devam edebilmek için daha hafif kitaplar okumayı tercih ediyorum ama bunu yaparken bile olabildiğince seçici olmaya çalışıyorum. Ben kendim için bu kadar seçici ve yargılayıcı davranırken de yeterli olduğumu düşünmediğimden hiç kitap çıkarmak gibi bir hevesim olmamıştı yani. O yüzden bu proje belki de benim ilk ve son basılı hikayelerimi barındırıyor olabilir.


Lafı iyice uzattım tabi. Konu da biraz dağılmış galiba ama dertleşmek için yazmak gibisi yok. Bu da bu blogla dertleşmelerimden biri olarak kalsın burada bir yerde okuyanlara.

12 Aralık 2017 Salı

sevdik, öldük…


18.08.2017 

Ben sevdim o öldü
Ben bir daha sevdim o bir daha öldü
Bu böyle ben ölene kadar devam etti
Ne zaman ki ben öldüm
O topraktan yeşerdi
Yeşermek ki ne yeşermek
Herkesin gözü ondaydı
Onun gözleri sadece birisindeydi
Sevdi, birlikte öldüler,
Olaylar hiç bende ki gibi olmadı.
Gömüldüğüm yerden baktım onlara
Halbuki yeşerirken o
Ben gübre olmuştum toprağına
Üstüme bastılar dolaşırken
Ağladım
Sonra gözyaşlarım yağmur oldu bana
Yeşerdim
Herkesin gözü bende değildi belki
Ama zaten birininki yetiyordu
Sevdik, öldük…

9 Aralık 2017 Cumartesi

Zamanın Kısa Tarihi - Stephen Hawking


Yıldız kilo vermek zorunda olduğunu nereden bilecek?

*

Stephen Hawking’i duymayanımız yoktur diye düşünüyorum. Bu kadar önemli ve tanınmış bir bilim insanı kitap yazınca da okumamak olmaz diye gittim aldım kitabı. Zamanın Kısa Tarihi zaten en ünlü kitaplarından biri. Açıkçası ben biraz daha farklı bir kitap bekliyordum ama okuduğum şeyden de kesinlikle memnun kaldı. Ne kadarını anladın diye sorsanız muhakkak çok az bir kısmıdır derim. Stephen Hawking, her ne kadar normal insanların da anlayabileceği şekilde yazmaya çalışsa da anlattı konular gerçekten ağır olduğu için ve sonuçta belki yüzlerce bilim insanının üzerinde çalıştığı bilimsel olgular olduğu için anlaması zor bir kitap. Zaman ayırmanız, üzerinde durmanız ve okumak için çaba sarf etmeniz gerekiyor. Ben her lisede sayısal öğrencisi olmama, anlatılan bazı şeyleri fizik derslerinde görmeme hatta seçmeli astronomi dersi almama rağmen anlamak da zorlandım ilk başta. Acele etmeden ağır çekimde okudum kitabı. Sonucundan da mutluyum. İçinde yaşadığınız evrenle ilgili bilgi sahibi olmak bence sizi de mutlu edecek. Ben özel olarak da kara deliklere ve solucan deliklerine ilgi duyduğum ve onlarla ilgili daha çok şey öğrenmeye çalıştığım için en sevdiğim bölümler onlar olabilir.

Hawking, olayları anlatırken de kronolojik bir sıra izlemiş kitapta. Bu da kafanızda oturtmanızı kolaylaştırıyor anlatılanları. Yeri geldiğinde de ‘bunu şu bölümde söylemiştik’ diye size hatırlatmalar yapıyor ya da üzerinde hala üzerinde çalışılan bir şeyse çalışan kişilerin düşündüklerini, yaptıklarını anlatıyor. Yanlış hatırlamıyorsam, kara delikleri anlattığı bölümde bu konu üzerine başka bir bilim insanıyla girdiği ideadan bahsediyordu. Yani yeri geldi mi esprisini yapmaktan, sizi güldürecek şeyler söylemekten de çekinmiyor.

Eğer uzay, evrenin oluşması gibi konularla ilgiliyseniz ilk bakacağınız kitaplardan biri olmalı bence Zamanın Kısa Tarihi.


Bedava yok, her şey karşılıklı denir. Oysa evren karşılıksızlığın doruğudur.

3 Aralık 2017 Pazar

Beyaz Zambaklar Ülkesinde - Grigory Petrov


Hayattaki aşırı düzensizliğin başlıca nedenlerinden birisi herkesin hayatta iyi bir düzen kurmaya çalışması, fakat hiç kimsenin hayatın kendisini düzene sokmak istememesidir.

*

Kitap Finlandiya’nın nasıl kendini yeniden yaratmaya çalıştığını anlatıyor denebilir. Aydınların, halkın cehaletini kırmak için neler yaptıkları, halk fakirlikten kırılırken nasıl bir mücadele içinde oldukları Rus bir yazarın ağzından aktarılıyor bize. Beni en çok etkileyen şeylerden biri, insanlar aç dolaşırken bile gazete alıp okumaya, her daim kafalarını dinç tutmaya çalışmaları oldu. Okumaya ve okuyanlara çok değer veren bir ülke olması belki de onların en büyük avantajlarından biriydi.

Finlandiya’nın büyük çoğunluğu bataklıklardan oluşuyormuş zamanında. Bu insanları vazgeçirmemiş ama. Halk yılmamış, kayaları kırıp bataklıklara götürmüşler ve yıllar içinde o bataklıkları verimli topraklara çevirmişler.

Halkın aydın, okumuş, görmüş geçirmiş kesimi diğerlerini bilinçlendirmek için elinden gelen her şeyi yapmışlar. Kenara çekilip halkı aşağılayanlar da olmuş ama bunlar azınlıkta kalmışlar. Ülkeyi ilerletmek için her kesimden insan ele ele vermiş yani. Kitabı okuduktan sonra Atatürk’ün neden okul müfredatına koymak istediğini gayet iyi anlayacaksınız.


İçi yakıtla iyice doldurulmuş lamba ‘Ne yapmam gerekiyor?’ diye sormaz.

23 Kasım 2017 Perşembe

Otomatik Portakal - Anthony Burgess



Ama kötülüğün sebebini bulmaya çalışarak tırnaklarını kemirmeleri, kahkahadan kırılmama yol açıyor kardeşlerim. İyiliğin sebebini aradıkları yok, öyleyse niye tersini merak ediyorlar ki?

*

Okuduğum en güzel distopyalardan biri oldu Otomatik Portakal. Kitabın insanı rahatsız etme tarzı, hikayenin geçtiği zamanın pisliğini üzerinize yapıştırma şekli mükemmeldi. Hem rahatsız olup hem de okumaya devam etmeyi istemek beni zora soktu diyebilirim. Kahramanlar iyi kurgulanmış ve yerlerine tam oturmuşlardı. Kötü olması gereken herkes gerçekten kötü, ölüm sahneleri kanlı ve vahşiydi. Bir çocuk nasıl böyle bir insan olabilir sorusunu okurken bol bol soracaksınız.

**

15 yaşında bir çocuk düşünün; üç arkadaşıyla birlikte gece ortalarda dolanıp insanları dövmekten zevk alan, onların paralarını çalan, uyuşturucu kullanan, diğer çetelerle kavga edip onları öldürmekten hiç çekinmeyen bir çocuk. İşte bu kişi kitabın başkahramanı Alex.
Alex, yaşına rağmen hayli kötü, vurdumduymaz, acımasız ama bir o kadar da zeki bir çocuk. Yanında yine birbirinden vahşi üç arkadaşıyla, onların tabiriyle eğlenmeye çıktıkları bir gece başlıyor kitap. İlk önce yaşlı bir bilim insanını döverek başlıyor geceye, sonra içiyorlar, uyuşturucu kullanıyorlar, soygun yapıp ceplerini dolduruyorlar. Ezeli düşmanlarıyla karşılaşıp, çeteden bir kaçını öldürüyorlar, araba çalıp küçük bir evde kendi halinde yaşayan karı kocaya saldırıyorlar. Saldırdıkları bu adam Otomatik Portakal isimli bir kitap yazıyor. Bu kitabın sayfalarının masanın üstünde gören Alex onları parçalıyor, alay ediyor. Adamın karısına tecavüz ediyorlar ve o insanları çok kötü bir durumda bırakıyorlar.

Her ne kadar gece Alex’in istediği gibi başlasa da sonuna doğru arkadaşlarıyla yaşadığı ufak bir sorun olayları bambaşka yerlere götürmeye yetiyor. Ertesi gün yine dışarı da eğlenirken işler ters gidiyor, arkadaşları onu bırakıp kaçıyor ve Alex hapse giriyor.
Buraya kadar olan kısım aslında hikayenin sadece oluşma aşaması diyebilirim. Alex’in hayatını asıl değiştiren olaylar o hapse girdikten sonra, hatta hapisten çıkmak için kabul ettiği şeyle başlıyor. Bu olayları çok anlatmayacağım çünkü asıl okumanız gereken, sizi oturduğunuz yerde omuzlarınızdan tutup sarsacak kısımlar bu olaylar, Alex’ e yaptıkları şeyler.

İyilik seçilen bir şeydir. İnsan seçemediğinde insanlıktan çıkar.

***

Anthony Burges insanlık için çok kara bir gelecek hazırlamış bu kitapla. Müthiş bir hayal gücünün ürününü okuyacağınıza garanti verebilirim. Sadece anlatılmak istenen şey değil, anlatılış şekli de takdire şayan. Burges, karakterleri, yerleri, olayları, pisiliği ve vahşeti en ince ayrıntısına kadar tasvir etmiş. Hikayenin geçtiği zamanda konuşulan dili de Alex’ in anlatımıyla bize göstermiş.

Kitap aynı zamanda filme de dönüştürülmüş ama uyarlamayı beğenmediğimi söylemeliyim. Başka bir isimle, kitapla alakası olmadan gösterime sunulsa belki kabul edilebilir bir film olabilir ama kitaptan uyarlandığı söylendiği halde bu kadar alakasız ve iyi anlatılamamış bir film yapmaları hiç hoşuma gitmedi. Malcolm McDowell’ ın oyunculuğuna lafım yok, Alex’i yansıtma şekli güzeldi. Filmin kalan kısmıysa hayal kırıklığıydı. Yine de kitabı okuduktan sonra göz atmak sizin için farklı olabilir. Kitabı okumadıysanız ilk önce filmi izlememenizi tavsiye ederim, kitabı yanlış tanımanıza sebep olabilir.

Ben kitaba hayran kaldım diyebilirim, okuyup da beğenmeyen insanların sayısı da çok azdır bence.


Tanrı ne ister? Tanrı iyilik mi ister yoksa iyi olma seçeneğini mi? Kötülüğü seçen bir insan, kendisine iyilik dayatılmış bir insandan bazı açılardan daha üstün olabilir mi?


18 Kasım 2017 Cumartesi

Boğaz Kesiği


Tavandaki çatlak labirentine hapsolmuş gözlerini kurtarmaya çalışıyordu şimdi. Yayları çıkmış, sidik kokulu, yastıksız bu yatak belki de uzun zamandır yattığı en rahat yerdi. En azından sessizdi, kemiklerini sızlatan soğuk da yoktu, saçlarını kavuran sıcak rüzgarlar da. Kokuya da burnu alışmaya başlamıştı az biraz.

Buraya nasıl, neden geldi diye düşünmüyordu. Bu soruların cevabını çok iyi biliyordu çünkü. Öldürmüştü o adamı, her zaman yanında taşıdığı bıçağı doğru yerde güzelce kullanmıştı. Ailesinin tamamını ve akıl sağlığının yarısını elinden alan, sokaklarda aç yatarken beyninin bir köşesinde yüzü beliren o adama yardım edecek kimse yoktu o an. Son acı nefesi, dudaklarından serbest kalana kadar başında bekleyip gözlerinin içine bakmıştı. Üzülmemişti ama mutlu da hissetmemişti. Rahatlamış mıydı? Sanmıyordu. Halbuki öyle olacağını düşünmüştü hep. Sırtındaki acı yüklü çuval kalkacak diye düşünmüştü, olmamıştı.

Neden olmamıştı bu sorunun cevabını arıyordu tavanda az önce. Onu da bulmuştu şimdi: Artık yapacak hiçbir şeyi yoktu. Karısı ve iki küçük oğlu yaşarken o da onlar için yaşıyordu. Kasvetli binadaki sinirlerini bozan işe katlanması onlar içindi. Gerçi katlanmasaydı, gitmeseydi parası iyi diye o işe belki şimdi yanında olacaklardı, bilemezdi.

O adam, boğazını keserek öldürdüğü o adam, işyerinden arkadaşıydı bir zamanlar. Çok da severdi onu aslında. Neden aile bireylerini boğazları kesilmiş halde yerde bulduğunu anlayamamıştı uzun süre. Kaçmıştı o adam, yakalayamamıştı polisler. Kaçınca o adam, yeni amacı onu bulmak olmuştu. Yıllarca süren bir arayıştı ama bu. Sokaklara düşüren, üstünden yorganını, karnından yemeğini, hayatından yaşlarını çalan arayış…

Onu öldürdüğü gün, bir rastlantı sonucu bulmuştu zaten. Kendi sokak evine girmiş eşyalarını karıştırırken yakalamıştı. Yakasından tutup iyi bir sarsıp yumruk atmıştı yarı açık gözlerinden birine. Sonra da neden öldürdüğünü sormuştu, neden elinden almıştı yaşamının mutluluğunu? Ağzından çıkan kısa cümleyle birlikte gözünden, acıdan mı yoksa pişmanlıktan mı olduğu belli olmayan bir damla yaş düşmüştü. Kendine istemişti o mutluluğu ve hiçbir zaman sahip olamayacağını anlamıştı, bir anlık sinir ve nefretti ona bunu yaptıran.

Adamın bıçağı çıkartıp o adamın boğazına yapışması da bir anlıktı. Karşı koyabilirdi, savaşa bilirdi o adam ama yapmamıştı. Adamın ellerini ve bıçağın soğuğunu boğazında hissettiğinde minnettar bir şeklide bakmıştı gözlerine, bir damla yaş daha düşmüştü o adamın gözlerinden. Buna karşılık adam da başında beklemişti işte, boğazını kesip yere yatırdıktan sonra o adamın. Polislerin gelmesini beklerken de bir sigara yakıp şimdi ne olacak diye düşünmeye başlamıştı.

Polisler gelip götürmüşlerdi onu. Bıçağı soran olmamıştı. Onun yaptığı belliydi, neden yaptığı belliydi. Sonra da bu küçük odaya atmışlardı onu. Hayatının son amacı da elinden alınmış bir şekilde tavandaki çatlaklardan yaptığı göz labirentinde bırakmışlardı onu.


Ayağa kalktı. İlk önce birkaç tur attı odada,  ışığın içeri giriş noktasına gitti. Bıçağı çıkardı yavaşça, öldükleri gün karısının ve çocuklarının yanında onlarla yatan bıçağı. Boğazına götürdü. Acaba o öldükten sonra da başında sigara içen olur muydu? Şimdi son bir sigara olsa ne güzel olurdu. Elleri boğazından akan kanlarda, yerde hırıldayarak yatarken, beyninin sağlığı yerinde olan kısmından geçen son düşünce buydu.

11 Kasım 2017 Cumartesi

Müptezeller - Emrah Serbes


… ne kadar yitik, umutsuz ve unutulmuş olduğunuz fark etmez, hayatınızın hangi döneminde olduğunuz da fark etmez, hepsi geçer, hepsi biter, hepsinin kafası siktirip gider, karanlığın kalbiyse her zaman orada kalır, atmaya devam eder, duyması gerekenler için.

*

Emrah Serbes, uzun zamandır okumak istediğim yazarlardan biriydi, bu kitap da okumak istediğim ilk kitabıydı. Almış olmama rağmen kitaplığımda beni bekledi bir süre, sonra Emrah Serbes trafik kazası yüzünden içeri girince tam zamanı dedim, şimdi okumalı kitabı, bunun için bekliyormuşum sanki.

**

Bu ülkede ölmek sıradan bir şakadır.

Olayların en başında, bir otelde anlatmaya başlıyor Bakır hikayeyi. Kitap da ara ara göreceğimiz arkadaşı İsmail yüzünden, biraz da köpekler ve şefleri yüzünden, ayrıldığı otelle başlasa da hayatını anlatmaya, oradan çok uzaklarda bitiyor hikaye. Kahramanımız asla bir yerde çok uzun süre kalamıyor, tutunamıyor hiçbir şehre. Arada babası ölüyor, içiyor, uyuşturucu kullanıyor, hapse giriyor, çıkıyor ama bir yerde temelli kalamıyor, bir işi uzun süre yapamıyor. Bir ara yazmayı deniyor, olmuyor. Ölmüyor ama ölmekten bin beter oluyor. En kötüsü de Bakır, kafamızı biraz dışarı çıkarsak, şöyle sokakta biraz dikkatli dolaşsak tanışabileceğimiz biri. Emrah Serbes, toplumu dibinden bir karakterle anlatıyor bize bizi. Yüzümüze titreyen elleriyle vuruyor Bakır, deliliğini, delirişini gözümüze sokuyor.

***

En çöpsüz denizlerin martıları da böyle ağlar, sadece çocukken inanılan yalanlar da böyle kanatır, mermiler de böyle deler geçer yüreği.

Kitabın anlattığı şey beni içine çekmedi desem yalan olur, ama arada sıkıldığım yerler de oldu onu da söylemeliyim. Emrah Serbes’in tarzı gerçekten farklı: Öyle bir anlatışı var ki sanki sokaktaki birini almışım karşıma onunla konuşuyorum. Ama bunu demek değil ki basit bir dili var. Cümleler yeri geldi mi büyülemeyi biliyor sizi. Kitabın içinde küfür bolca var bu da bir gerçek, bizim günlük hayatımızda da bolca olduğu gibi.

Emrah Serbes’in gözünden toplumu görmek güzel bir deneyimdi benim için. Müptezeller de onun okuyacağım son kitabı olmayacak büyük ihtimalle…


Fakat bizim için hiçbir yere gitmiyordu yollar. Adım atsak karanlıktı. Adım atsak boşluktu. Bizim için kartondandı sanki dünya, adım atsak elimizde buruşup kalacaktı.

31 Ekim 2017 Salı

Arayışlar - Lou Andreas-Salomé


Ben yoksunluktan, karanlıktan ışığa gelir gibi geldim sana.

*
Bir kadının ağzından anlatılan etkileyici bir kendini buluş hikayesi diyebilirim bu kitap için. İyi yetişmiş, hatta o zamanın kadınlarına baktığımızda özgür yetişmiş diyebileceğimiz bir anlatıcımız var ve bu kadın aslında ona hiç uygun olmayan bir ilişki içine giriyor.

Kuzeni Benno’ya aşıktır Adine. Babası öldükten sonra da annesiyle birlikte ona yakın bir yere taşınırlar. Benno akıl hastanesinde çalışmaktadır, Adine de aslında ressam olmasına rağmen evlenecek olduğu için o zamana öğrenmediği ev işlerini öğrenmekle meşguldür ve bu yüzden resim yapamamaktadır. Eli de ruhu da yatkın değildir bu tür şeylere aslında ama nişanlısına iyi görünmek için yapmaya çalışır çünkü bir kadından beklenen şeyler vardır o günlerde, nişanlısının ondan beklediği şeyler vardır…

Adine ne kadar nişanlısının istediği gibi olmaya çalışsa da bu duruma uyum sağlayamaz ve hasta olmaya başlar. Hasta olan bir kafese konmuş ruhudur, yaratıcılıkla dolu olan elleri biriktirdiği günleri tuvale aktaramamaktan rahatsızdır. Daha fazla katlanamaz ve Fransa’ya gider nişanlısıyla annesini arkada bırakarak.

Fransa’da kendini bulur Adine, iyileşir, gelişir, büyür. Bir sergi açar orada, yapması gereken asıl işi bulmuştur artık. Bir gün annesin ısrarları ve Benno’dan gelen bir mektup üzerine ülkesine geri döner. Bu geri dönüş eski yaşantısına geri dönüş değildir ama, çünkü o eski o değilidir…
**

Dili beni biraz sıksa da içinde barındığı feminizm izleri, toplumun yarattığı kadın kalıplarına uymayan Adine’nin kendini arayışı ve buluşu çok güzeldi. Güçsüz, bir erkeğin istediği kalıba kendini sokmaya çalışan kadın olmaktan vazgeçip istediği şey olma cesaretini kazanmasını okumak, bir kadın olarak söylüyorum; ilham vericiydi. Hayatında değişiklik yapmak isteyen, ya da bir kadının gözünden dünyaya ve ilişkilere bakmak isteyen insanların seveceği bir kitap olacağını düşünüyorum.

29 Ekim 2017 Pazar

Bir Sorun


Yalnızlık vuruyordu gözlerine, keskin, acı dolu bir yalnızlık. Gülümsemeleri de yarımdı zaten uzun zamandır şimdi yalnızlığı dolu dolu olmuştu ve gülümsemeleri daha bir yarım… Onun suçu muydu bilinmez, kim bile bilir ki zaten? Meselede suç falan da yoktu sandığı kadarıyla. Doğru insanları bulamamıştı, yalnız bırakılmıştı, vazgeçmişti birinden ve vazgeçilmişti birçokları tarafından.

“Arkadaş önemli şey,…” dedi baktığı kaldırım taşlarına gözleriyle, “…hem de çok önemli.” ” Seni bir şekilde tamamlıyorlar, ortak oluyorlar parmaklarının ucunda hissettiğin acıya, saçlarında dolaşan rüzgara, sıçrayan kurbağaları izlemeye, uçan sinekleri yakalamaya çalışmaya…”  

Altı üstü ekmek almaya çıkmıştı ama içinden hiç çıkmayan şeyleri düşünmeye düşmüştü beyni. Sıkılmıştı bu konudan aslında, yine de yarım kalmış diğer birçok şey de yaptığı gibi düşünceleriyle tamamlamaya çalışıyordu olanları. Ne zamanki içini rahat ettirecek bir sonuca ulaşacaktı o zaman beyni de düşünmeyi bırakırdı.

Gitmişlerdi arkadaşları, arkadaşı olduklarını iddia edenler. Belki kısa süreli üzüntüye sebep olsa da uzun vadede bir rahatlama yaratırdı bu durum, kim bilir? O bilmiyordu en azından. Kendini suçlamaktan başka yaptığı bir şey yoktu. Vaktinin çalınmasına kızıyordu, ona hissettirdikleri yapay duygulara kızıyordu, o geride bırakılmışken geride bırakamamaya kızıyordu… Ekmeği aldı kızgınca, parayı verdi çıktı, koşar gibi eve geldiğini kapıda nefes nefese kalınca fark etti. Yine kızdı kendini kontrol edememesine.

Bir sorun olmalıydı herhalde kendinde. Yoksa neden böyle yalnız kalsın ki? Yalnızlık denildiği kadar kötü bir şey mi? Ne çok soru vardı aklında, kahvaltı yaptırmıyorlardı ona. Bir sorun olmalıydı ama…

Çayı bardağına koydu, demliği ocağın üstüne bıraktı, bardağın hafif yakan sıcaklığı ellerinin içindeyken düşünmeye devam etti. Çözmeliydi artık bunları, içini rahat ettirmeli, yoluna devam etmeli… Ama nasıl? Nasıl olacaktı bu? Çözmek için daha çok yolu vardı, daha bakkaldan alınacak çok ekmeği, sayılacak çok kaldırım taşı…


Çayı bittiğinde daha az sorun ediyordu bunları. “Herkes gider, herkes gelir. Neden bende sorun olsun? Bir şey söylemeden çekip giden onca insan varken sorun niye benim olsun? Benim tek suçum güvenmek, aynı saf güvenle bir sürü insan almak beynimin içine…” Kalktı, masayı topladı. Bilgisayarının başına geçip kitabını yazmaya başladı.

22 Ekim 2017 Pazar

Amok Koşucusu - Stefan Zweig


Sizden benimle konuşmanızı rica ediyorum, çünkü kendi suskunluğumda boğulmak üzereyim…

*

Stefan Zweig’ın yeri bende bir başkadır, Satranç kitabıyla aşık olmuştum ona ve o kitabı liseye kadar bekletmiş olmamdan dolayı kendime çok kızmıştım. Ben daha ortaokuldayken hediye edilmişti bana, her ne kadar veren kişi yıllar sonra bunu unutmuş olsa da bu yıllar içinde kitaplığım en gözdesi olmayı başardı Satranç. Daha sonra Bir Kadının Yaşamından 24 Saat kitabını okumuştum yine Zweig’tan. Koridor Yayınları’ndan çıkan baskıyı almıştım. O baskıda, kitapta başka hikâyeler de yer alıyordu, her birini ayrı ayrı sevmiştim o hikâyelerin de.

Uzun bir aradan sonra Amok Koşucusu’yla tekrar buluştum Zweig’la. Her zamanki gibi beni büyülemeyi başardı bu hikâyesiyle de. Olayları bu kadar güzel betimleyebilmesi bende gerçekten hayranlık uyandırıyor ona karşı. Hikâye Satranç’taki gibi bir gemi de geçiyor ve Bir Kadının Yaşamından 24 Saat’te olduğu gibi kısa bir süreden bahsediliyor. Ayrıca iki hikâyede de olduğu gibi anlatıcıyla asıl kahramana birbirinden farklı kişiler. Yani kitaba genel olarak baktığımızda diğer hikâyelerinden de izler görebiliyoruz ama bu beni rahatsız etmiyor. Üzerinde benzerlikler de taşısa Amok Koşucusu verdiği şeyler açısından diğerlerinden farklı. Stefan Zweig’ın okuduğum bütün hikâyeleri birbirinden bir açıdan farklı olmayı başarmıştı. Bu kadar eser ortaya çıkarmış bir yazarın bunu başarabilmesi de yine benim ona hayranlıkla bakmama neden oluyor.

**

Hikaye çok dolu bir gemide Avrupa’ya ger dönmek zorunda kalan bir anlatıcıyla başlıyor. Adam o kalabalıkta o kadar bunalıyor ki bir gün, gece uyanıp gemide dolaşmaya başlıyor. Gördüğü manzara onu büyülemiş bir şekilde otururken başka bir adamla karşılaşıyor. Asıl hikayeyse işte bu karşılaşmadan sonra başlıyor.

Sonraki gün, adam karanlıkta yüzünü bile tam göremediği adamla tekrar karşılaşabilmek için gece yine kalkıp önceki günkü yere gider. Merak etmiştir o adamı çünkü daha önce hiç görememişti onu gemide. Ve bu buluşmayla da doktor olan o adam neden gemide oluşunun hikayesini anlatmaya başlar. Uzun zamandır susmuştur adam ve o yabancıya içini açar.

Hikayesinin bu noktasında ben, ana kahraman doktor mu yoksa anlattığı kadın mı diye düşünmeye başladım. Siz ne yönde karar verirsiniz bilmiyorum ama ben kadın olduğunu düşünüyorum. Doktor bir anlık egoyla yaptığı şeyler, kadında çok büyük hasarlara yol açar. Tabi doktor bu olaylardan sonra bir çöküş yaşar. Hikayesini anlatırken bir yandan da içiyordur zaten. Sadece bir anlık kendini beğenmişliğin içine düşmek nelere mal olabiliyor Stefan Zweig o kadar güzel göstermiş ki bize…

***

Okurken doktorla birlikte ben de telaşa kapıldım, koştum, üzüldüm resmen. Tam olarak hikayenin içinde olan biteni arkadan izleyen bir çift göz gibi hissettim kendimi. En başta söylediği cümlelerin son sayfada açıklığa kavuşması da güzeldi, yaşattığı duygular da güzeldi, bir bütün olarak bakıldığında da çok güzeldi kitap.


Ama orada bu insanın birini gereksindiğini hissediyordunuz, orada birini ölümden kurtardığınızı biliyordunuz ya da çaresizlikten – ve insanın bizzat kendisinin de yardım etmek için buna ihtiyacı vardı, başkasının size ihtiyacı olduğu duygusuna.

18 Ekim 2017 Çarşamba

Yoruldum

Bir şeyler ovalayarak çıkarmaya güç kalmadı artık kollarımda. Olacaklar için çabalamaya, olamamışları silmeye çalışmaya dermanım yok. Artık istiyorum ki bir şeyler bana gelsin. Ben yolda yürüyeyim, onlar da yolun üstündeki sokak lambaları gibi beklesinler beni; dik, etrafa ışık saçarak. Ben geçerken onları görememem imkânsız olsun. Keşke her şey benim istediğim gibi olsa, olsa da biraz rahat etsem. Çöp kovalarını karıştırmaktan yoruldum. Kötü kokuların üstüme sinmesinden, istediğimi almak için kirlenmekten yoruldum. Yaşamaktan yoruldum…

Dokunduğum her dal bana acı verecekmiş gibi hissetmek yıpratıyor beni. Sürekli bir korku çukurunun içindeyim. Güven duygum parçalanıyor, tıpkı tutunup yukarı çıkmaya çalıştığım çukurun duvarları gibi. Çabalamak bazen daha dibe batırıyor ama bazen de o duvarlardan düşen yıkıntıları ayağımın altına alıp yükseliyorum. Yoruldum diyorum, yoruldum diye bağırıyorum kimse duymasa da, yine de kendimi kurtarmaya çalışmaktan vazgeçmiyorum. Daha çok kokuyorum o çukurun içinde, daha çok kirleniyorum, ellerim daha çok acıyor. Yaşamak boğulmak gibi hissettiriyor, boğulursam da denerken olsun diyorum acıya acıya ellerim tırnaklarımı geçiriyorum duvarlara.


Böyle işte… Her ne kadar istesem de yattığım yerden sonuca ulaşmayı, olmuyor, bitmiyor işkence. Bazen bırakıp gidesim geliyor her şeyi, sonra diyorum ki nereye gideceksin ki? Oturuyorum oturduğum yere uğraşmaya devam, çukurun içinde debelenmeye devam, ilk önce korkuyu yenmeli çünkü kurtuluşa ermek için…

13 Ekim 2017 Cuma

Başka Şansın Yok - Harlan Coben


“İlk kurşun göğsüme isabet ettiği an, kızım aklıma geldi.”

*

Harlan Coben, lisede bir arkadaşım sayesinde tanıştığım bir yazardı. O zaman Kimseye Söyleme kitabını okumuştum ve bayılmıştım. Son ana kadar kimin katil olduğunu çözemediğim kitaplar ayrı bir etkiler beni. Başka Şansın Yok’ta da son sayfaya kadar ne olduğunu tam olarak anlatmıyor yazar. Ben okurken nerdeyse herkesin katil olabileceğini düşünmüştüm ama en düşünmediğim yerden vurmayı başardı beni. Olay o kadar iç içe geçmiş bir hale dönüşüyordu ki ortalara doğru artık bir sonuca varması için heyecandan nefes nefese okumuştum. Gerilimi, sizi düşündürmesi, tereddüde düşürmesi, kovalamacası… Her anıyla hoştu kitap.

**

Hikayeye gelirsek: Dr. Marc Seidman asıl anlatıcımız kitapta. Bir göremediği biri tarafından o ve karısı vuruluyor, karısı ölüyor, kızına ne olduğuysa bilinmiyor. Herkes onun da öleceğini düşünürken komadan çıkan Seidman, saldırganlarını bulmak adına bitmek bilmez bir koşuşturmanın içine düşüyor. Kızını bulmaya çalışırken karısının, eski sevgilisinin sırları içine düşmeye başlıyor. Kızına ulaşmak da, işin içinden çıkmak da hiç kolay olmuyor onun için.

***

Eğer polisiye-gerilim seviyorsanız, kafanızı dinlendirmek ama kitaplardan da çok uzaklaşmak istemiyorsanız bakmanız gereken bir kitap olduğunu düşünüyorum…


Bazen karıştırıyorum. Doğru sebeple yanlış şey mi yoksa yanlış sebeple doğru şey mi? Yoksa ikisi de aynı şey mi?

7 Ekim 2017 Cumartesi

Gülüş


07.10.2017

Okuduğu kitaptan sakince kaldırdı başını, dışarıdan bir bağırtı sesi yürümüştü eve. Normalde huyu değil ya, kalkıp balkona çıktı ne olduğunu görmek için. Bir şey onu bakmaya çağırmıştı sanki o da bu şey her ne ise emrine uymuştu.

Dışarı çıktığında gözüne ilginç gelen bir durum yoktu aslında. Bir kadın yürüyordu sokakta, ardında birkaç sokak kedisi vardı. Bağırtı diye nitelendirdiği sesinse kadının yüksek tondan gülüşü olduğunu gördü, tekrar gülünce kadın. Kaşlarını çattı birden, niye bu saatte bu şekilde rahatsız ediyordu insanları, kızmıştı kadına içinden, rahatsız edici, çirkin şey demişti yüzünü dahi göremeden. Kadının nereye gittiğini bakmadan da içeri kitabını başına döndü, kaşları hala çatıktı.

Sabah, uykusunu almış olarak uyandı kitap okuduğu koltukta. Elinde hala kitabı tutuyordu, biraz boynu ağrımıştı gerçi. Daha yüzünü yıkayamadan da kapı çaldı, açmaya giderken kimin gelmiş olabileceğini düşünüyordu, çok fazla ziyaretçisi olan biri değildi sonuçta. Kapıyı açtığında bir kadın çıktı, elinde üzerinden dumanın yükseldiğini görebileceğiniz poğaçalar vardı. Gülümsüyordu kadın, o gülümsemeyle tüm dünyayı aydınlatabilir gibiydi.

Kadın yeni komşusu olduğunu söyledi ona, zaten apartmanda üç daire vardı, üstteki dairede de ev sahipleri yaşıyordu. Kaç gündür kimsenin girip çıktığını görmeyince buraya kadın bir ziyaret yapmak istemişti. İçeri davet etti çay suyunu koydu, kahvaltılık bir şeyler çıkardı masaya, kadınla mutfakta oturup konuşmaya başladılar. Bir süredir sürekli evdeydi gerçekten, çıkmak istemiyordu dışarı, rafta onu bekleyen kitaplara gömülmüş, onları bir bir sindirmeye çalışıyordu.

Kadın konuşkandı onun tersine, sevecendi, yüzü yıldızsız gecedeki ay gibiydi önünde. Hafif hayranlıkla bakıyordu ona, enerjisi, bilgisi kıskandırıyordu onu. Sonra, sonra kadının çok sevdiği ama onun haz edemediği yazarla ilgili bir şeyler söyledi, kadın güldü, kulaklarına dün gece ilişti. Yeni komşusunun dün geceki kadın olabileceğine inanamıyordu ama ses aynı sesti.

Buruldu içi, utandı kendince, kadın fark edemedi bunu. Nasıl yargılamıştı hiç tanımadığı birini, nasıl aşağılamıştı onu içinden halbuki aşağıladığı kendisiydi bu haliyle. O kadar okuduğu kitap nereye gitmişti, belli ki beyninde değillerdi onlar. Kendine kızdı birden, kadın bunu da fark etmedi, o hala yazarı anlatmaya çalışıyordu ona. Hiç okumamış olsa da sırf kadın anlatıyor diye sevmişti o da artık.

Sohbet ve poğaçalar bitince kadın kalktı kapıya yürüdü. Bir sonraki oturumlarını iple çektiğini söyledi, kapısını açıp evine girdi. Kapıyı kapatırken aklındaki tek düşünce o gülüşü hayatının içine almak istediğiydi. Giyindi hızlıca, en yakın kitapçıya gidip kadının övdüğü yazarın kitabını aldı. Daha çok şey bilmeliydi onun sevdiği şeylerle ilgili, daha çok bilmeliydi kadını.

1 Ekim 2017 Pazar

Şu Yağmur Bir Yağsa - Kamil Erdem


Bereketli bir yağmur muyum, karayeli biraz sola çeviren miyim, beyinleri ve kasları felç eden rutubet miyim bilmiyorum.
*
Yine ilk defa okuduğum ama keşke daha önce okumuş olsaydım, daha önce haberim olsaydı dediğim bir yazar Kamil Erdem. Kitabında toplum eleştirisini o kadar güzel yapmış, karakterleri o kadar güzel incelemiş ki hayran kalmamak elde değil tabi.
Kitapta ki karakterler her yerde görebileceğiniz cinsten. Bakkalınız mesela hikayelerden birinde, komşunuz, kardeşiniz, siz varsınız bu kitabın içinde, her telden insanla karşılaşıyorsunuz yani. Sokağa çıkıp yürümek gibi bir şey bu kitabı okumak. Farklı hikayelerde farklı karakterlerle bakış açıklarını da değiştiriyor Kamil Erdem, sürekli aynı yerden bakmıyor kameranızın açısını döndürmenize yardım ediyor bu kitap.
**

Her şey şu fabrikaya giden demiryolu gibi düz olsaydı.

Kitap 11 hikayeden oluşuyor. Her hikayede farklı karakterin anlatımıyla okuyorsunuz ama bir hikayedeki yan karakter bir sonraki hikayede ana karakter olabiliyor. Cümleler bazen bana biraz tuhaf geldi ama genel olarak dili çok güzeldi, kendini okutan anlatımı vardı. Zaten hikayeler kısa kısa, sizi sıkma şansı yok. Yaptığı eleştiriyi de çok net gösteriyordu yazar ve bu eleştiri sadece bir tarafa değildi, toplumda yanlış olan herkese ve her şeye genel olarak insanları yargılayan bakışlara karşıydı. Benim beğendiğim ve Kamil Erdem’ in diğer kitaplarını da okuma isteği oluşturan bir kitap oldu. Sizin de seveceğinizi içinde bir yerinde  kendinizi bulacağınızı düşünüyorum.


Aynada kendime baktım. Yine yanlış bir yüz gördüm. Kimselere bakmayan iki yalnız göz.

23 Eylül 2017 Cumartesi

Başka Şans


23.09.2017 

Başka çaresi yoktu:
Yıkması gerekiyordu ağacı
Soldurması gerekiyordu gülleri.
Yapraklar, tohumlar düşmemeliydi ki yere,
Yeniden yeniden çıkmasınlar artık.
Yeşermemeliydi bu bahçe
Öyle istemişlerdi.
                             
Neden diye soramıyordu
Çünkü yasaktı sormak
Sormak değil belki de düşünmek, düşündürtmek.
Başka şansı yoktu bahçıvanın
Almıştı eline kesici aletleri.

Önce gülen yüzlerden başladı
İnsan mutlu olmazsa hep mutlu olmayı düşünürdü,
Başka şeylere fırsat kalmazdı, biliyorlardı.
Sonra cesaret dallarını kırdı ormandan
Sonra aşkı, sonra kardeşliği…
Tek tek hepsini aldı ormanın içlerinden
İyi olan şeylerin gitmesini istemişlerdi
Başka şansı yoktu bahçıvanın.

Geriye sadece
Ufak cılız bir otta umut kaldı,
O kadar ufaktı ki görememişti bahçıvan,
Görse onu da alırdı.
Başka şansı yoktu çünkü, öyle söylenmişti.
Bahçıvan fark etmemişti ama o cılız ot
Belki on belki yüz yıl sonra
Ama eninden sonunda bahçıvana başka şans yaratacaktı
Henüz o dalları kestirenlerin bundan haberi yoktu,
Bahçıvanın bundan haberi yoktu…

14 Eylül 2017 Perşembe

Fanfa - Bedirhan Toprak


Eee… bazıları yaşar, bazıları yazar!

*

Bedirhan Toprak, daha önce duyduğum, başkasının kitabını okuduğunu gördüğüm bir yazar değildi. Bir ara çokça uğradığım, küçücük dükkanında genelde ikinci el ya da eski kitapları satan amca önermişti bana bu kitabı. 07.04.2015 yazmışım kitabın ilk sayfalarından birine, iki sene önce almışım yani ama yeni okuyup bitirdim kitabı. O zaman, ilk aldığımda 50 sayfa kadar okuyup bırakmışım. Kitabı anlamadığımı hatırlıyorum. Olay ne çözememiştim, sıkılıp bırakmıştım. Buna rağmen birçok cümlenin de altını çizmişim. Geçenlerde tekrar başlama kararı aldım dolapta öylece duran bu kitaba. İyi ki de başlamışım. Bir aşk ancak bu kadar güzel anlatılabilirdi. Vıcık vıcık, sevgi dolu, kavuşmalı aşk romanlarından da değil kesinlikle. Eğer mutlu sonlardan hoşlanıyorsanız, sevenler her zaman kavuşsun istiyorsanız sizi hayal kırıklığına uğratabilir bu kitap. Benim kitabı sevmemin en büyük sebebi ise iki yıl önce başlayıp anlayamadığım, iki sene sonra olmuş olduğumu bana göstermesi bence. İlerleme kaydetmişim bunu fark ediyordum kitabı okurken.

**

Birinin, başka birinin sadece varlığını öğrenmekle bile yanmış yıkılmış halde buluyorsam kendimi böyle… sırılsıklam, hem de sırılsıklam!

Gerçekten değişik anlatım tarzına sahip kitap, cümleleri anlamak kolay değil çoğu zaman ama okumayı kötü etkilemiyor. Hikaye de akıcı ve merak uyandırıcı zaten, sizi sarıyor.

Asıl adamımız, kendinden yaşça küçük olan Fanfa’ya aşık olur. İlk başlarda bunu kabul etmek istemez, sonraysa kendini ondan uzak tutmak için bir çok şey yapar ama hiçbir zaman başarılı olamaz. Onu o kadar seviyordur ki Fanfa’nın sevgilisiyle Çaka’yla oturup konuşmaya yemek yemeğe bile katlanır. Fanfa, ona aşık olduğunu fark etmemiş gibi davranır, o da hissettiklerini ona anlatır. Karşılık vermez tam olarak Fanfa, görüşmeye de devam ederler. Aynı iş yerinde çalışıyorlardır zaten, adamın onu görmeme gibi bir şansı yoktur.

Onun sevgisi öyle basit değildir. Sahip olmak ister Fanfa’ya ama sahip olmak için sevmez, yanında olmak yeter. Güzeli güzel olduğu sever yani, onun olduğu ya da olacağı için değil. Örnek bir sevmek onun ki, şimdinin kolay vazgeçişlerine karşı bir duruş, elini dahi süremeyeceğini bilse de ruhundan tutuştur onun sevgisi…

Yanaklarımı basan kandı da garanti, şu içime akan ne asıl?

***

Hala basımı olan bir kitap mı bilmiyorum. 2005 yılına ait bir basım benimkisi ve o zaman Bedirhan Toprak’ın editörlük yaptığı yazıyor. Şuan ne yapıyor onu da bilmiyorum hatta yaşıyor mu bakmadım bile. Sadece çok sevdim ben onu ve eğer varsa, eğer hala yazıyorsa  diğer kitaplarını da alıp kütüphaneme ekleyeceğim.


…edebiyat işte, çok da lüzumlu değildi yani!

6 Eylül 2017 Çarşamba

Bir Delinin Hatıra Defteri - Nikolay Gogol




…insanların kalbinde insancıl duyguların neden böyle az olduğunu, iyi eğitim almış ve her yerde iyi ve saygın görülen adamlarda bile nasıl terbiyesizlik ve zalimlik bulunabildiğini düşünürdü.

*

Kitabı bitirdikten sonra düşündüğüm ilk şey: Gogol’a nasıl bu kadar geç başlamayı başarabildim? Tam anlamıyla hayran kaldım Gogol’a. Rus edebiyatının öncülerinden olduğunu duymuştum. Kitabı okuduktan sonra neden böyle söylendiğini de daha iyi anladım.

Kitap üç kısa hikayesini içeriyordu ve üçü de birbirinden güzeldi. Gerçeklik ve gerçek üstü şeyleri birleştirmedeki yeteneği olağan üstüydü. Burun ve Palto hikayesinde anlattıklar sanki gerçek hayatta her an karşımıza çıkan, sıradan olaylarmış gibi işleniyordu. Çocuk hikayesi okuyormuşçasına sade bir dille anlatılıyordu hikayeler buna rağmen anlamasının kolay olduğunu söyleyemem. Ufak açan, düşünmeye ve altında yatan anlamları görmek için uğraşmaya sevk eden Gogol, favori yazarlarımdan biri olmayı başardı tek kalemde bunu söyleyebilirim.

**

 Tüm dünyanın bildiği üzere, İngiltere şöyle bir burnunu çekse Fransa hapşırır.

İlk hikaye, kitaba da adını veren Bir Delinin Hatıra Defteri, bir kalem memurunun kısa süreden oluşan günlüğü aslında. Adamın zamanla delirmesini ve kendini İspanya kralı sanıp tımarhaneye girerken neler yaşadığı, neler düşündüğünü okuyorsunuz. Köpeklerin konuşuyor olması normal geliyor size. Ben bir an adamın gerçekten kral olduğunu bile düşündüm, hiç de deliymiş gibi gelmiyordu bana. Ufak siyaset çarpmaları da barındırıyordu kitap.


Ayrıca hikaye tiyatro oyununa çevrilmiş. Türkiye’de de oynanıyor oyun, giden bir arkadaşım da çok beğendiğini ve kitabı okumak istediğini söylemişti. Eğer bu tür şeyleri izlemek hoşunuza gidiyorsa ya da yeni şeyler arıyorsanız oyuna da bir göz atmanızı tavsiye ederim.

***

“Hepimiz Gogol’ un ‘Palto’ sundan çıktık.” - Dostoyevski

İkici hikaye olarak Burun çıkıyor karşımıza. 25 Martta yaşanan çok garip bir olay olarak başlıyor Gogol anlatmaya burnunu kaybeden adamı. Berberle açıyoruz hikayeyi ve ekmeğinden çıkan burunla. O burun oraya nasıl gelmiş söylemiyor yazar ama olay örgüsü boyunca o kadar normal bir şey mi gibi duruyor ki bu. Burnun sahibi Kovaloff, burnu olmadan uyanınca sokağa onu aramaya çıkıyor ve burnunu bir memur olarak görüyor. Kimsenin dikkatini çekmiyor sokaklarda bu burun, kimse yadırgamıyor olayları.

Son hikaye olan Palto’daysa yine bir kalem memuru olan Akaki Akakieviç’den ve onun paltosundan bahsediliyor. Zar zor kış için yeni palto diktiren ve doyamadan ondan çalınan palto uğruna hayatına kaybeden Akaki…

Bu hikayelerin ikisinde de Rus toplumu eleştirisi gördüm ben aslında. Genel olarak da alt makam ve üst makam arasındaki farklar, Rusya da işlerin ne kadar çığırından çıkmış olduğu gösterilmeye çalışılmış belki de. Aynı zamanda Gogol bu hikayeleri anlatırken bir hikaye nasıl yazılır onu da anlatmış bence.

****

Her yönüyle mükemmel bir yazar olmayı başarabilmiş bence Gogol, tek kitabıyla bile bunu söyleyebilirim. Ne yazık ki bana, bu kadar geç tanışmış olmam onunla. Bana yazmak ve düşünebilmek konusunda çok şey kattığını, katacağını düşünüyorum Gogol’un. Rus edebiyatının kurucularından görülen, Dostoyevski’nin övdüğü bir yazar olarak diğer hikayelerini okumayı da dört gözle bekliyorum.

Son ekleme olarak da diğer yayın evlerine nasıl basılmıştır bilemiyorum ama İndigo’da bu üç hikaye birlikte yer alıyordu. Hikayelerin birbirleriyle bağlantı olduğunu düşündüğüm için size de bu şekilde okumanızı tavsiye ederim.

Eğer Tanrı tatile çıkacak olsaydı yerine kesinlikle Gogol’ u bırakırdı…