Ayağının biri kenarında oturduğu
nehrin içinde. Sırtını doğanın zamanla üst üste biriktirdiği taşlara yaslamış.
Saçları esen rüzgârla arkaya doğru savruluyor. Kucağında kitabı var ama aklı
kitapta değil. Gözleri, yorgun bir bakışla zihninin nereye kaybolduğunu arıyor.
Zihnini çalan hırsızın onu nereye gömdüğünü merak ediyor. Bu kaçıncı
kayboluştu, bilmiyor. Bu kaçıncı kendi unutuş, bu kaçıncı aşık oluş?
Üstünde hareket eden bulutların
gölgesi vurdukça yüzüne, kalbi de vuruyordu ellerinin içine. Kalbi artık atmak
istemiyordu. Karşılık bulamadığı atışların sonunun gelmesini istiyordu. Bu
eller alsın onu ve boğsun istiyordu önünde uzanan sularda. Ateşini dindirecek
başka ne vardı ki bu hayatta? Başka ne kurtarabilirdi ki onu kaçmaya
çalışmaktan?
Çimenlerin üzerinde olan bacağına
çıkan bir böcek uyandırdı onu uykusundan. Kucağındaki kitabı okuduğu sayfa açık
kalacak şekilde yere bıraktı. Onu bulduklarında neden gittiğini anlatmak
istermiş gibi açık sayfalarda altı çizili bir cümle bırakmıştı arkasından: Sevmek bizi ölmeye bu kadar yaklaştırıyorsa
ölmek bizi sevilmenin kollarına atmaz mı?
Ayağa kalktı, bulutlara baktı. Bulutlara
bakarak uzandı suyun üstüne. Eğer insan ölecekse böyle güzel bir yerde ölmeli
diye düşündü. Eğer insan ölecekse, yerini kendi seçmeli…