Ben yoksunluktan, karanlıktan ışığa gelir gibi
geldim sana.
*
Bir
kadının ağzından anlatılan etkileyici bir kendini buluş hikayesi diyebilirim bu
kitap için. İyi yetişmiş, hatta o zamanın kadınlarına baktığımızda özgür
yetişmiş diyebileceğimiz bir anlatıcımız var ve bu kadın aslında ona hiç uygun
olmayan bir ilişki içine giriyor.
Kuzeni
Benno’ya aşıktır Adine. Babası öldükten sonra da annesiyle
birlikte ona yakın bir yere taşınırlar. Benno akıl hastanesinde çalışmaktadır,
Adine de aslında ressam olmasına rağmen evlenecek olduğu için o zamana
öğrenmediği ev işlerini öğrenmekle meşguldür ve bu yüzden resim yapamamaktadır.
Eli de ruhu da yatkın değildir bu tür şeylere aslında ama nişanlısına iyi
görünmek için yapmaya çalışır çünkü bir kadından beklenen şeyler vardır o
günlerde, nişanlısının ondan beklediği şeyler vardır…
Adine ne kadar nişanlısının istediği gibi olmaya çalışsa da bu duruma
uyum sağlayamaz ve hasta olmaya başlar. Hasta olan bir kafese konmuş ruhudur,
yaratıcılıkla dolu olan elleri biriktirdiği günleri tuvale aktaramamaktan
rahatsızdır. Daha fazla katlanamaz ve Fransa’ya gider nişanlısıyla annesini
arkada bırakarak.
Fransa’da kendini bulur Adine, iyileşir, gelişir, büyür. Bir sergi açar
orada, yapması gereken asıl işi bulmuştur artık. Bir gün annesin ısrarları ve
Benno’dan gelen bir mektup üzerine ülkesine geri döner. Bu geri dönüş eski
yaşantısına geri dönüş değildir ama, çünkü o eski o değilidir…
**
Dili beni biraz sıksa da içinde barındığı feminizm izleri, toplumun
yarattığı kadın kalıplarına uymayan Adine’nin kendini arayışı ve buluşu çok
güzeldi. Güçsüz, bir erkeğin istediği kalıba kendini sokmaya çalışan kadın
olmaktan vazgeçip istediği şey olma cesaretini kazanmasını okumak, bir kadın
olarak söylüyorum; ilham vericiydi. Hayatında değişiklik yapmak isteyen, ya da
bir kadının gözünden dünyaya ve ilişkilere bakmak isteyen insanların seveceği
bir kitap olacağını düşünüyorum.