5 Ağustos 2020 Çarşamba

Açlık-Knut Hamsun

Uzun zamandır paylaşmak için bir şeyler yazmak zor geliyordu, yine… Yani aslında bir yerlere bir şeyler yazıyorum ama bunları okunsun diye yazmıyorum. Ben bile okumuyorum hatta yazıp hızlıca kaldırıyorum kağıdı kalemi. Kendimden bile saklıyorum yazdıklarımı. Durum bir süredir böyleydi. Bir iki gün önce ise, beni yeniden düşüncelerimi paylaşmaya iten bir kitap okudum. Şimdi kafamdaki cümleleri toparlayabildiğim kadarıyla bu kitaptan ama öncelikle yazarından bahsetmek istiyorum size.

*

Kitabımızın adı Açlık: Knut Hamsun’ı meşhur eden eser.

Asıl adı Knud Pedersen olan yazar Norveç’te dünyaya gelmiş. Sekiz yaşında, ailesi çok sıcak bakmasa da, dayılarından birinin iknasıyla bir papazın yanına eğitime verilmiş. Oradaki zorluklara dayanamayınca on dört yaşında ailesinin yanına geri dönüp bir tüccarın yanında çalışmaya başlamış ve tüccarın kızına aşık olmuş. Hayatın zorluklarıyla küçük yaşta tanışan Knut Hamsun, tüccarın iflas etmesiyle işsiz kalmış. Zaten işsizlik ve parasızlık yazarın hayatında hiç eksik olmuyor. Yaşadığı kasabadan ayrılıp farklı işler yapmasına rağmen hiçbir zaman tam olarak bir zanaat sahibi ya da daha genel olarak konuşacaksak bir iş sahibi olamıyor.

On sekiz yaşında şiirler yazmaya başlıyor. Hatta Esrarengiz Adam adında bir kitap yazıyor ve bu kitap tanıdığı bir kitapçı tarafından Knut Pedersen Hamsund imzasıyla basılıyor. Sonrasında Bir Karşılaşma isminde ikinci kitabını yazıyor ve bu kitap da yayımlanıyor. Yayımlanmış eseri olan bir yazar olması onun hayatını düzeltmek için yeterli olmuyor tabi ki. Tahrirat katipliği yaparken her anında kitap okumaya başlıyor ve bu yüzden gözlerini bozuyor. Yine bu yıllarda Björger adında uzun hikaye yazıyor ve hikayede tüccarın kızına olan aşkını dile getiriyor. Yazar olmaya karar verdiğini anladığında bir tüccardan aldığı yardım sonrasında köy hikayeleri ve şiirler yazmaya başlıyor, adını da Knut Pedersen olarak değiştiriyor. Hikayeleri ve şiirleri tamamlanınca yayımlatma amacıyla Kopenhag’a gidiyor ama oradan hayelleri yıkılmış ve parasız olarak şimdiki adıyla Oslo, o zamanki adıyla Kristiania’ya geri dönüyor. Parasızlık ve açlıkla mücadele etmek zorunda kalıyor. Yine farklı işler yaptıktan sonra bir arkadaşının yardımıyla Amerika’ya gidiyor ve burada hastalanıyor. Öleceğine inanılan Knut Hamsun, Norveç’e geri dönerken mucizevi bir şekilde iyileşiyor. Kristiania’da bir gazeteyle anlaşıp yazılar yazmaya başlıyor ama açlık ve parasızlık burada onu yine buluyor. Bunun üzerine tekrar Amerika’ya gitmek için hazırlıklara başlıyor. Bir süre orada yaşıyor ve Kristiania’ya dönmek, yazmak için bir gemiye biniyor ama gemi Kristinia’ya gelince korkusundan inmiyor. Orada yaşadığı açlık onu bu denli etkiliyor aslında. Gemi Kopenhag’a doğru devam ederken de Açılık romanını yazmaya başlıyor. Sonrasında bu romandan bölümler bir dergide imzasız olarak yayımlanıyor.

*

Yazarın hayatından böyle uzunca bahsettim çünkü Açlık Knut Hamsun’dan çok şey taşıyan bir kitap. Belki de Knut Hamsun bu kadar aç kalmasaydı, bu kadar düşmeseydi bugün bu kitaptan bahsetmek de mümkün olmayacaktı.

Kitabın kahramanı tıpkı yazar gibi Kristiania’da yaşayan bir yazar. Hayatını devam ettirebilmek için gazetelere yazılar yazıyor, çoğu zaman yazamıyor aslında.  Kahramanın hayatına eşlik ettiğimiz anlar kış mevsiminde geçiyor. Onun üşümesine, açlığına, çaresizliğine tanık oluyoruz. Sadece tanık olmakla da kalmıyoruz. Knut Hamsun o kadar gerçekçi bir şekilde yazmış ki açlık, soğuk ve yorgunluk kitaptan taşıp sizin üstünüze geliyor. Bu kadar gerçekçi anlatmış demek yeterli değil aslında çünkü zaten her şey gerçek,  o açlığı kendisi de yaşamış…

Hikaye boyunca kahramanla birlikte yürüyoruz diyebilirim. Evsiz kaldığı için yürüyor, aç kaldığı için yürüyor, birilerini bulmak için yürüyor, soğuktan kaçmak için yürüyor, yürümekten ayakları şişiyor. Bu yürüyüşler sırasında da kafasından geçen düşünceleri görüyoruz. Üç beş kuruş almak için arkadaşının battaniyesini rehinciye vermeye gidiyoruz bir bölümde, sonra bunu yaptığımız için kendimizden utanıyoruz. Açlığın bizi bu kadar düşürmesine kızıyoruz. Sonra hırsızlık yapıyoruz, karnımızı doyurup kalan parayı yaşlı bir kadına veriyoruz. Parasını çaldığımız kişilere de gidip yaptığımızı anlatıyoruz. Kahramanla birlikte biz de dolaşıyoruz sokak sokak.

Kitapta en çarpıcı alan şey tabii ki kahramanın yaşadığı açlık. Günlerce, yemek yemeden bayılmaya yakın bir durumda dolaşıyor sokaklarda. Bazen yerde bulduğu talaş parçalarını atıyor ağzına bazen taş bazen de ceketinin cebini. En zoru da sanırım bir gece açlıktan kendi parmağını ısırması. O kadar çaresiz ve ne yapacağını bilemeyecek durumda kalıyor. Bu açlığa her şahit olduğumda, o cümleleri okurken benim de karımın açlıktan kazındığını hissettim. Onunla birlikte ben de kıvrandım yatakta. Sanki ben de günlerce yemek yemeden yürümüştüm. Sanırım bu kitaptan bahsetmeyi istememin en büyük sebebi bana bu kadar geçebilmiş olması. Ya da belki de yazarın da kahramanın da yaşadıkları onca zorluğa rağmen hayata yazarak tutunmaya çalışması etkiledi ve ben de yazmak istedim. Kendime ürettiğim onca bahaneden kurtulup yazmak…

*

Kitabın sonunda kahramana ne olduğunu söylemek istemedim ama yazarın hayatına baktığımız da beklenen bir sondu diyebilirim. Umarım bir gün fırsatınız olur ve bu kitabı okursunuz.


22 Şubat 2020 Cumartesi

İzleyelim O Zaman...


Hayatımın o an için çok zor ve acı verici olduğunu düşündüğüm bir yılında, şuan en sevdiğim alışkanlıklarımdan birini kazandım. Dikkat dağıtıcı her şeyden uzaklaşıp sadece kendimle kaldığım anlara ihtiyacım vardı çünkü kalabalık ortamlardan, sürekli konuşan insanlardan bezmiştim. Başarısız olduğumu düşünüyordum ve kendi olmayı beceremeyen, yalnız kalmaktan korkan birine dönüşmüştüm. Kafamdaki bütün kötü düşünceleri bir kenara bırakıp güvenli bölge yaratmalıydım yoksa nefes alamayacak gibi hissediyordum. Bu yüzden haftada bir gün, tüm o bildirimlerden, mesajlardan, seslerden, yorumlardan uzaklaşıp film izlemeye başladım. Çok basit gibi duruyor aslında, sonuçta sadece oturuyorsun ve filmi izliyorsun. Bir süre sonra olayın bundan çok daha fazlası olduğunu keşfettim. Öncelikle erteleme alışkanlığımla savaşmak için iyi bir başlangıçtı: İzlemek istediğim bir sürü şey vardı ama ben yorgun olmamı, sınavları ya da arkadaşlarımla dışarı çıktığımı bahane ederek bu filmleri izlemeyi erteliyordum. Kendime her hafta pazartesi ne olursa olsun film izleyeceğime dair bir söz verdikten sonra ürettiğim bahaneleri daha net görmeye başladım. Altı üstü bir filmi izlememek için bile bu kadar bahane üretebiliyorsam, hayatımda daha önemli olan ama bana zor görünen işler için neler kurguluyordur beynim?

İkinci fark ettiğim olaysa alışkanlık kazanmanın aslında ne kadar zor olduğu. Bana keyif veren, beni neşelendiren, eğlendiren bir alışkanlığı kazanmak bile düşündüğümden kat ve kat zordu. Eylemsiz olmak, sadece yatmak varken bazı isteklere ve dikkat dağıtıcı etkenlere karşı direnç gösterip her hafta o filmlerin başına oturmak durup baktığımda beni gerçekten zorladı. Bir karar vermeye çalıştığınızda, bu durum için film izlemek ve izlememek, beyninizin bir tarafı sizi o filmi izlemeye diğer tarafıysa izlememeye itiyor. Hangi tarafın kazanacağı, sizin hangi tarafı daha iyi beslediğinize bağlı ki bu da bir enerji, diğer tarafa karşı direnç göstermenizi gerektiriyor. Bu yüzden yeni bir karar almaktansa zaten devam ettiği gibi yaşamını sürdürmek beyin için en kolay yol oluyor.

Fark ettiğim üçüncü şeyse yalnız kalmaya sandığımdan daha fazla ihtiyacımın olması. Kalabalığın içinde çaba sarf etmeden yaşamaya, yaşadığı sanıp savrulmaya alışmış olmak kendim olmayı unutmama sebep olmuş. Durup düşüncelerimi dinlemeye başlamak kim olduğumu keşfetmek için yeni bir fırsat yarattı. Kazanmaya çalıştığım yeni alışkanlık durup nefeslenmek için zamana ihtiyacım olduğunu anlamamı sağladı. İsteklerine, benliğine karşı daha duyarlı biri oldum diyebilirim bu alışkanlık sayesinde.

Basit bir alışkanlık kazanmaya çalışırken anlamlı şeyler de elde ettiğimi düşünüyorum ve geldiğim yere bakınca kendimle gurur duyuyorum. 2018’den beri her hafta düzenli olarak film izliyorum. Bunun yanında devam ettirmeye çalıştığım iki alışkanlığım daha var: Her gün ne olursa olsun kitap okumaya zaman ayırıyorum ve en fazla iki gün ara vermek şartıyla yazı yazıyorum. Ayrıca yeniden tek başıma dışarı çıkıp gezmeye başladım. Daha önceleri yalnız dolaşmayı çok severdim ama kalabalık ortamların etkisiyle tek olup bir şeyler yapmak korkunç görünmeye başlamıştı. Yalnız olabilme yeteneğimi tekrar kazandım ve bu ben mutlu ediyor. Yani film izleme günü yapmak art arda dizilmiş domino taşlarının ilkiydi benim için. O ilk taşı itecek gücü bulunca ardında çok daha büyük ve güzel taşlar olduğunu gördüm. İlk taşı ittim ve kafamı kaldırıp etrafa baktım neler değişiyor diye. Bugün biliyorum ki keşfedecek hala çok şeyim var.

Son olarak beni etkileyen, durup düşünmeye iten, olaylara bakış açımı değiştiren birkaç tane filmden bahsetmek istiyorum.



·      


  • Her: Yapay zekalarla insan ilişkilerine farklı bir yönden bakıyor film. Biri bana film önermemi istediğinde ilk aklıma gelen oluyor genelde. Joaquin Phoenix’i ilk bu filmle tanımıştım ki Joker’deki oyunculuğuyla da aşık olmuştum.












  • Gattaca: Benim de öneri sayesinde izlediğim bir film. Jude Law ve Ethan Hawke’ın hala genç olduğu zamanlarda çekilmiş ve bence hak ettiği kadar konuşulmayan bir film. İnsanların ne olabileceği, ne kadar yaşayacağı önceden belirlenirken bir adamın tüm sınırlandırmaların dışına nasıl çıktığını gösteriyor bize.








  • The Professor: Yolda arabayla gidiyorsunuz, önünüze yol ayrımı çıktı. Ya sağa gideceksiniz ya sola, hangisini seçeceğinizi nasıl seçersiniz?


9 Şubat 2020 Pazar

Kaybediyorum...


Ne zamandır oturuyorum bu koltukta bilemiyorum. Ne saate baktım geldiğimde ne de havanın rengine. Gözlerimi de kırpmamışım belli, kurumuşlar acıyorlar: Halbuki en son ağlıyordum…

Yine düşüncelerimle tartışmaya girmişim gibi. Keşke sonuçlarını hatırlayabilsem. Bu aralar vücudum benden habersiz hareket ediyor. Beni koymuş bir kenara, kontrolü ele geçirmiş, ben de olanları hatırlamayan kötü bir seyirciyim ruhumun içinde. Basitçe söylemek gerekirse deliriyorum işte. Belli değil mi zaten? Almışım aynayı elime kendimle konuşuyorum, kendimi bana şikayet ediyorum. Geri dönmüşü olmayan bir kaybın ortasındayım. Zihnimin tek kişiliğinin kaybı. Beni korumak için yine beni kaybediyorum…

1 Şubat 2020 Cumartesi

Bazı günler


Bazen yazmak istiyorum. Alıyorum defteri kalemi elime, açıyorum boş bir sayfa sonra bekliyorum. Nereden başlayacağımı bilemiyorum. Uzun zaman bir şeyler yazmamış olunca sanki o kaleme deftere ihanet etmişim ve bir daha yazmama izin vermeyecekler gibi hissediyorum. Ama bir an oluyor, gözlerimi kapatıp açıyorum, bakıyorum ki sayfa dolmuş. Ne yazmışım onu bile hatırlamıyorum, yine de yazmış oluyorum. Yazmak… Yazmak benim için nefes gibi bir şey işte, gözlerimi kapatıp açıyorum olup bitmiş: Hava içimden çıkıp gitmiş.

Kimseye okutmasam ya da bahsetmesem de yazıyorum hala, çok sık olmasa da. Hatta sadece ve sadece kendim için yazmayı öğreniyorum. Tarihi atıp o gün hissettiğim, düşündüğüm her şeyi yazmaya çalışıyorum. Kalemin sayfada çıkardığı sesi duymak yetiyor, rahatlıyorum. Anlatamadığım günler oluyor. Kafamdan geçenleri kimsenin anlamadığı günler. İşte özellikle o günlerde yazıyorum. Kimseye hiçbir şey ispatlamak zorunda kalmamak, haklı ya da haksız çıkmakla uğraşmamak istediğim günlerde; bir savaştaymışım gibi çarpışarak düşüncelerimin anlaşılmasını beklemeye gücümün olmadığı anlarda yazıyorum. Yazıyorum çünkü biliyorum ki yazarken anlaşılmak için çırpınmama gerek yok. Yazarken biriyle kavga etmiyorum, kazanmıyorum, kaybetmiyorum, haklı olmuyorum, haksız olmanın getirdiği sinire kapılmıyorum, gülünmüyorum, yargılanmıyorum, etiketlenmiyorum, önceden yaptığım ya da söylediğim şeyleri umursamadığım için eleştirilmiyorum. Olmak istediğim, düşünmek istediğim, söylemek istediğim gibi oluyorum: Ben oluyorum. Olduğum kişiden utanmıyorum, biliyorum ki aslında hiçbir şey olmak zorunda değilim. Hiçbir kalıbım içine girmek zorunda değilim. Üzerimde etiketler taşımak zorunda değilim. Bir önceki günkü düşüncemi sevmek zorunda değilim. Bunun rahatlığıyla yazıyorum. Sonra dışarı çıkıp olmamı bekledikleri insan olmadığım için çok bilen bakışlara, yapış yapış sözcüklere katlanıyorum.

Bazı günler katlanamıyorum ve sadece yazıyorum. Bazı günler yazdıklarımı kimse okumasın istiyorum…