31 Temmuz 2017 Pazartesi

12 Yaş


19.07.2017
Rüyasında masallar diyarına düşmüş,
koşmuş, eğlenmiş küçük çocuk.
Parklarda gördüğü
ama bir türlü binemediği
salıncaklarda sallanmış.
Ağaçların dallarından şekerler yemiş,
yumuşacık toprakta yatıp
güneşin altında ısınmış.
Mutluymuş çocuk orada,
bir anlık da olsa gamzeleri gözükmüş,
görecek kimseler olmasa da.

Bağrışla uyanmış çocuk
“Kalk tembel,
bekleyen tamirler var dünden bu yana.”
Kalkmış çocuk,
kalkmış yere serili kartonların üzerinden,
üşümüş ellerine hohlamış,
guruldayan karnını tutmuş,
kapıdan çıkmadan yüzüne bakmış,
kir dolmuş gamzelerinin üstünde dolaştırmış
yaralı ellerini.
Gece olsa da,
Gece olsa bi’ yine gitsem oraya,
demiş çocuk içinden, çok derininden.
12 yaşlık boyuyla,
koşmuş ustasının peşinden ÇOCUK.

28 Temmuz 2017 Cuma

Cengiz Han' a Küsen Bulut - Cengiz Aytmatov



Bu yerlerde trenler doğudan batıya, batıdan doğuya gider gelir.. gider gelirdi…

*
Kitap her ne kadar Cengiz Han’la alakalı gözükse de hikâye 1953 yılının şubat ayında, yani dünyada diktatörlerin meşhur ve bol olduğu zamanlarda, İkinci Dünya Savaş’ı sonrası, Stalin’ in milyonlarca insanı SSCB uğruna öldürdüğü yıllarda başlıyor. Kitabın asıl kahramanı gözüken Kuttubayev de bu kurbanlardan biri.

Kuttubayev, Cengiz Aytmatov’ un en ünlü kitaplarından biri olan Gün Olur Asra Bedel’ in kahramanlarından biri aslında. Zaten kitap da bu kitabın bir bölümü olarak yazılmış, onun içinde yer alması gerekiyormuş ama bu bölümün kitapta yer almasına izin verilmemiş bu yüzden de yazar tarafından çıkarılmış.


“Niçin böyle davranır bunlar? Görünüşe bakılırsa onlar da insan! İnsan insana nasıl bu kadar acımasız olur, bu kadar nefret duyar?”

**
Roman, Cengiz Aytmatov’ un okuduğum ilk kitabı. Bu yüzden diğer kitaplarında nasıl bir dili vardır bilemiyorum. Bu hikâye de gayet sürükleyici bir anlatım vardı ki zaten hikaye de ilgi çekici olduğu için kendini kısa sürede bitirttiren bir kitap olduğunu söyleyebilirim.

Kitap, temelde üç kısa bölümden oluşuyor; İlk bölüm Kuttubayev’ i Sarı-Özek kırlarında bekleyen karısıyla açılıyor. Daha sonra da Kuttubayev’ in neden hapse atıldığını, Tansıkbayev’ in onu neden tuttuğunu anlatıyor. Bir KGB ajanının kendi çıkarları için masum bir insanı ve kaleme aldığı iki efsaneyi nasıl kullanabildiği gösteriliyor ki bu bence KGB’ nin bir çeşit eleştirisi.  Basit efsaneler bile Stalin için düşman sayılabiliyor.


İşte bu efsanelerden biri aslında Cengiz Han’a Küsen Bulut ve kitabın ikinci bölümünde de bu efsane anlatılıyor. Cengiz Han’ ın daha önce vermiş olduğu bir emri çiğneyen iki aşığın Sarı-Özek kırlarında idam edilmesi, bu idamla birlikte Batı seferine çıkan Cengiz Han’ ı sürekli takip eden, ona Gök Tanrı’ nın hediyesi olan bulutun onu terk etmesi efsanenin asıl konusu. Bu konuyla birlikte de Cengiz Han anlatılıyor aslında. Cengiz Han olmadan önce kimdi, çok sevdiği karısını kurtarmak için neler yaptı, kardeşini neden öldürdü, nasıl bu kadar nefret ve kin dolu bir hükümdar oldu, kibri, Batıyı fethetme arzusu nasıl ortaya çıktı… Bütün bu soruların cevabını verebiliyor Cengiz Aytmatov efsane de. Efsane de kitap da kısa olmasına karşın boğmayan ama yoğun bir bilgi akışı barındırıyor. Ben her ne kadar mutlu sonları seven biri olmasam da efsanenin sonu, okuyanı tatmin edebiliyor.

Üçüncü bölümdeyse Kuttubayev’ in sonu anlatılıyor diyebilirim. Eşini ve çocuklarını bir daha görebilecek mi diye bekliyorsunuz önce, sonra da gerçekten ölecek mi diye. Merak duygusuyla çok hızlı bir şekilde okuyup bitirebileceğiniz 112 sayfalık roman, asıl sonuyla da sizi etkilemeyi başarabilecek bence.


İnsanlar uykudayken onun iradesi dışına çıkıyorlardı. Uyku, yararsız, zararlı, tehlikeli bir zaman ve bir yer idi. Uyanır uyanmaz onları o bağımsızlıktan çıkarmalı, çekip almalı, gerçekle, yani kayıtsız şartsız itaat altında oldukları gerçeğiyle yüzyüze getirmeli, görevlerin yapmaları için harekete geçirmeliydi.

***
Tarih bilgisi zayıf olan ve kitap eleştirmeni olmayan yani sadece basit bir okuyucu olarak bunları yazdığımı söylemek isterim size. Yine bu açıyla bakarak söylemek istiyorum ki bence romanda Cengiz Hanla asıl tasvir edilen kişi Stalin’ di. Bazı şeylere körü körüne bağlanmak benim gözüme çok çarptı kitapta. Stalin hükümetinden bahsedilirken de Cengiz Han’dan bahsedilirken de mutlak irade için, devlet için daha da önemlisi onu yöneten kişi için her şey mubahtırın yanlışlığı gösterilmeye çalışılmış gibi geldi bana, zaten Stalin’ i savunacak değiliz de.



Genel olarak baktığımda çok beğendiğim ve okunmasını tavsiye edeceğim bir kitap oldu. Bu yazıyı da biraz ona hizmet etmesi amacıyla yazıyorum zaten. Bundan sonra da böyle birkaç kitap hakkında yazı yazmayı düşünüyorum. Sizi uyutan, sobaya atılacak odun olarak gören oluşumlardan uzak kalabilmeniz dileğiyle…


Devlet bir sobadır ve yakıtı da yalnız insandır. Yakılacak insan olmazsa soba söner. Sönen, yanmayan sobanın da hiçbir yararı yoktur. Ama öte yandan bu insanlar da devlet olmadan yaşayamazlar: sobayı tutuşturan, yakan onlardır. Sobayı yanar tutmakla görevli olanlar da yakıt temin etmelidirler. Her şey buna bağlı!

24 Temmuz 2017 Pazartesi

Kaçak


Hafızamda bir kuşun kanat çırpışı. Nasıl geldim buralara, bu uçsuz bucaksız hayal dünyasına? Kim açtı buranın kapılarını? Bir anda oldu, içine nasıl girdiğimi anlayamadığım, beni benden alan o kısa tereddüt anı, içimde tutamadığım kaçma isteği…

Ve koşuyorum işte. Elimdeki, bilmem kaç milyonluk yeni yapılacak alışveriş merkezinin maketini fırlatıyorum. Eğer bir yerlere yine o binalardan dikeceklerse, hani insanın beynini uyuşturan, fütursuzca para harcatan, zamanını, yaşamını ve hazır gıdalarla sağlığını çalan o binalardan, ben bu işin içinde olmayacağım. Bu yaşamımın içine o vurdumduymazlığı ve kötülüğü, insanlardan sökülen hayatları almak istemiyorum. Asansörü beklemiyorum, merdivenleri atlıyorum üçer beşer. Gidiyorum işte. Kısaca burada olmak istemiyorum.

Ne kadar var banka hesabımda hatırlamıyorum. Yüzüme çarpıyor hava, düşünmeyi bırakıyorum. Taksiymiş, otobüsmüş, metroymuş, uğramıyorum. Uzun zamandır ilk defa eve yürüyorum. Öyle aceleyle de değil, yavaş yavaş tadını çıkararak yürüyorum. O bekleme salonunda daha fazla oturamazdım çünkü. Ruhum bir kuşun kanat çırpışıyla titredi, yerimde öylece beklemeye devam edemedim. Özgürlük istedi bedenim, hayır diyemedim.

Yürüdüm damarlarıma aniden basan adrenalinle. Sanki ilk defa güneşi görmüş bir bebek edasıyla yürüdüm. Daha önce hiç geçmediğim sokaklarda, hiç basmadığım kaldırım taşlarında dolaştım. Bir köşede sıkışıp kalmış ıhlamurları kokladım, yere dökülmüş dutların kan kırmızısını izledim. Geçerken yanından, kopardım bir dalını incir ağacının, sütünü bulaştırdım elime. Çocukların sesini duydum aralardan gelen, kedinin köpeğin başını okşadım temiz mi kirli mi bakmadan. Bunları yaparken evin yolunu şaşırdım ama yeniden yaşamayı buldum. Dudaklarımın kenarına uzun zamandır ilk defa yapmacık olmayan bir gülümseme kondu. Yeniden çocuk olmaya ihtiyacım varmış.  Binalardan kaçmaya, kendi yaptığım binalardan, yeşile sarılmaya ihtiyacım varmış. Kendini fark etmenin ağırlığı çöktü üstüme, ciğerim yaprakla doldu, nefes alamadım.

Vücuduma kaçan toza dumana aldırmadan koştum eve. Birkaç parça eşya koydum çantaya, henüz okunma fırsatı bulunamamış bir kitap, bembeyaz yapraklı büyük boy kâğıtlar, boyalar, kalemler… Huzur bulmak için ne gerekiyorsa onu koydum yani çantaya. Sonra da annenin yanına doğru giden yollardan bir bilet ayırdım kendime. Bir hafta ya da bir ay, ne kadar sürebilir bu kaçış, ne zaman tekrar şehre, çalışmaya dönmem gerekir bilmiyorum, bilmem de gerekmiyor şuan. Bildiğim ve umursadığım tek şey uçağın kanadına konmuş kanat çırpan o kuş. Doğru yolda olduğumu gözlerimin içine bakarak anlatan beyaz kuş, ruhumdaki özgürlüğüm, kulaklarımdaki cıvıltım, tenimdeki rüzgarım, burnumdaki anne kokum.

Geri dönüleceğini bildiğim halde hareket etmeye başlayan uçağın koltuğuna yerleşiyorum iyice şimdi. Gülümsüyorum kaçan kuşa, gittiğim yerde yine beni bulacak biliyorum. Döndüğümde evimin camında olacak onu da biliyorum. Dönmek korkunç olmayacak ama benim için çünkü bir kere gidebildiğimi gördüğümde bir daha kaçmak çok da sıkıntı olmayacak, bunun rahatlığı var üstümde. Sadece ne zaman döneceğim bilmiyorum ve bilmek de istemiyorum.

20 Temmuz 2017 Perşembe

Beklenen An


20.07.2017

Bir iki gün önce gerçekleşmiş, benim için çok önemli olan bir şeyi paylaşmak istiyorum. Yazdığım bir yazının beni hiç tanımayan birileri tarafından onaylandığını, beğenildiğini bilmek…

Kitapseverlersokakta adı altında toplanan bir grup çok tatlı insan var instagramda. Bir süredir onları yaz bloglarında paylaştıkları yazıları takip ediyordum. Onlarla ilk tanışmam üniversitemizdeki şiir dinletisinde oldu aslında. Küçük renkli kağıtlara yazdıkları, yuvarlayıp güzelce fiyonladıkları şiirlerden almamla başladı yüzümü güldürmeleri. Henüz tam anlamıyla tanımasam da onları kalplerinin güzelliğini hissedebiliyorum.

Neyse asıl konuya dönecek olursak, kendi blogları için yazar aradıklarını duyunca daha önce yazmış olduğum bir kenarda bekleyen deneme varimsi yazıyı gönderdim onlara. Bir gün sonra da “Kaleminize sağlık” la başlayan o güzel maili aldım. İki cümleydi yüzümde güller açtıran. Aslında iki cümlenin arkasına sığınmış ve benim belki de çok uzun zamandır beklediğim o beğenilme duygusunun verdiği haz.


Müthiş şeyler ortaya çıkarmadığımı biliyorum. Gelecek yüzyılın Kafka’sı ben olmayacağım farkındayım. Yine de yazdığıyla birine dokunmuş olduğunu bilmek paha biçilemezmiş. 

18 Temmuz 2017 Salı

Çürüyen Ben



03.07.2017
Ben öldüğümle kitaplarla gömün beni
Kitaplara gömün beni
Bedenim çürüyüp kokarken
Onlarda benimle çürüsünler
Onların içinde çürüyeyim
Ben gübre olurken
Onlarda toprağa öğretsinler
Nasıl uzaya çıkılır
Nasıl sapanla kuş vurulur
Nasıl okşanır bir çocuğun başı
Nasıl dokunulur sevgilinin kalbine
Ben öldükten sonra kemiklerim çevirsin sayfaları
Kitapların gerçekten kurtları olsun…

Ben ölünce denize atın beni
Alsın dalgalar bedenimi
Hiç gitmediğim, gezmediğim kıyılara götürsün
Her limanda bir bekleyenim olsun
Sanki doğumdan tanırmış gibi beni
Yıllardır orada beklemiş gibi beni
El sallasın gülerek…

Siz en iyisi;
Ben ölünce bir sal alın
Altına biraz toprak üç beş kurtçuk atın
Sonra doldurun kitapları, döşek yapın onları bana
En üste de atın bedenimi
Pastanın en üstündeki kiraz gibi durayım
Salı itiverin bir de denize
Güneşe doğru tın tın yol alsın çürüyen ben.

10 Temmuz 2017 Pazartesi

Kendinin Muhtarı


10.07.2017

Nereye gidiyordum hatırlamıyorum, sokaktayım yanımdan bir minibüs geçiyor. Trafiğin yoğun olduğu saatlerden, şoför de yolunu değiştirip ara sokağa girmiş. Camlar açık, ön koltukta oturan adam şoföre bağırıyor: “Kardeşim ben mi dedim sana buraya gir? Sen niye kendi hattının yolundan gitmiyorsun.”  Yol kenarındaki başka bir amcada açık camdan olaya dahil olup şoförle konuşmaya başladı: “Bırak niye iyilik yapıp buraya girdin ki sen zaten. Gir trafiğe kaç kalsın gideceği yere.” Biz ne kadar iyi ve düşünceli bir toplumuz değil mi?

Başkalarının işlerine burnumuzu sokmayı o kadar benimsemişiz ki bunun artık iyilik olduğunu, toplumsal karakterimizi yansıttığını düşünüyoruz. Yol kenarında bir şeylerle uğraşan kimseyi görmeye duralım hemen yanına gider başında dikilir ona nasıl yaparsa daha iyi olacağını anlatırız. Eve tamir için usta geldi mi o gidene kadar izler “Usta böyle yapsan daha iyi olmaz mı?” deriz. Artık anlamalıyız o adam boşuna usta olmadı, yaptığı iş için boşu boşuna para almıyor.

İnsanların yaptıkları işleri düzeltmeyi (!) bırakmalıyız artık. Herkese istediği gibi yanlış yapma fırsatı vermeliyiz. Rahat bırakmalıyız onları, burnumuzu bir yerlere sokmaktan vazgeçmeliyiz. Kişisel alanımızın dışındaki kişilerin ne yaptığıyla ilgilenmekten kendimize dönüp bakmıyoruz. Diğerlerine iş buyurmaktan kendi işlerimizi yapamıyoruz. Aynaya bakmayı unutuyoruz, sokağın kirliliğinden dert yanıp kapımızın önünü süpürmüyoruz.

Demem o ki, herkes ilk önce bi’ zahmet kendine baksın, kendi yanlışını düzeltsin, kendi işini yapsın, komşusunun astığı çamaşıra bakmadan önce camını silsin. Demem o ki, karışmayalım insanlarımızın hayatlarına, yaşamak bunun için çok kısa. Mutsuz olduğunuz için, huzursuz olduğunuz için, içiniz çirkin olduğu için bunları başkalarına da bulaştırmaya çalışıyorsunuz. Kimse kendini köyün muhtarı ilan etmesin. Herkes kendinin muhtarı olsun, kendini eleştirsin.

Demem o ki, içinin çöplüğünde boğulurken başkasının yılana sarılmış olmasına karışma, sen o çöpleri temizlerken diğeri de tutunacak daha iyi bir dal bulur, merak etme.

3 Temmuz 2017 Pazartesi

Tamirci Çırağı Ben



06.06.2017

I.
Yıkık dökük, harabe bir evin içindeyim şimdi.
Yamalar yapmışım duvarlara
Tutmamış, dökülmüş
Su sızdırmış çatısı
Ellerimi koymuşum deliklere
Ne vazgeçebilmişim, ne bırakıp gidebilmişim
Ne de yıkıp baştan yapmaya
Cesaret edebilmişim.

II.
Yorgunlukla düşüp yerlere
İzin verdim
O çatıdan damlayan sular
Yıkasın yüzümü, gözyaşlarımı saklasın
Ben çıkamıyorsam bu evden
Ve düzeltemiyorsam onun yaralarını
Bunun karşılığında yıkılsın üstüme
Yok olacaksak birlikte olalım
Zira kalkıp bir adım atmaya,
Yaşamaya mecalim kalmamış benim.

III.
Harabe evim ve ben gitmeye hazırız…