kitapinceleme etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
kitapinceleme etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

5 Ağustos 2020 Çarşamba

Açlık-Knut Hamsun

Uzun zamandır paylaşmak için bir şeyler yazmak zor geliyordu, yine… Yani aslında bir yerlere bir şeyler yazıyorum ama bunları okunsun diye yazmıyorum. Ben bile okumuyorum hatta yazıp hızlıca kaldırıyorum kağıdı kalemi. Kendimden bile saklıyorum yazdıklarımı. Durum bir süredir böyleydi. Bir iki gün önce ise, beni yeniden düşüncelerimi paylaşmaya iten bir kitap okudum. Şimdi kafamdaki cümleleri toparlayabildiğim kadarıyla bu kitaptan ama öncelikle yazarından bahsetmek istiyorum size.

*

Kitabımızın adı Açlık: Knut Hamsun’ı meşhur eden eser.

Asıl adı Knud Pedersen olan yazar Norveç’te dünyaya gelmiş. Sekiz yaşında, ailesi çok sıcak bakmasa da, dayılarından birinin iknasıyla bir papazın yanına eğitime verilmiş. Oradaki zorluklara dayanamayınca on dört yaşında ailesinin yanına geri dönüp bir tüccarın yanında çalışmaya başlamış ve tüccarın kızına aşık olmuş. Hayatın zorluklarıyla küçük yaşta tanışan Knut Hamsun, tüccarın iflas etmesiyle işsiz kalmış. Zaten işsizlik ve parasızlık yazarın hayatında hiç eksik olmuyor. Yaşadığı kasabadan ayrılıp farklı işler yapmasına rağmen hiçbir zaman tam olarak bir zanaat sahibi ya da daha genel olarak konuşacaksak bir iş sahibi olamıyor.

On sekiz yaşında şiirler yazmaya başlıyor. Hatta Esrarengiz Adam adında bir kitap yazıyor ve bu kitap tanıdığı bir kitapçı tarafından Knut Pedersen Hamsund imzasıyla basılıyor. Sonrasında Bir Karşılaşma isminde ikinci kitabını yazıyor ve bu kitap da yayımlanıyor. Yayımlanmış eseri olan bir yazar olması onun hayatını düzeltmek için yeterli olmuyor tabi ki. Tahrirat katipliği yaparken her anında kitap okumaya başlıyor ve bu yüzden gözlerini bozuyor. Yine bu yıllarda Björger adında uzun hikaye yazıyor ve hikayede tüccarın kızına olan aşkını dile getiriyor. Yazar olmaya karar verdiğini anladığında bir tüccardan aldığı yardım sonrasında köy hikayeleri ve şiirler yazmaya başlıyor, adını da Knut Pedersen olarak değiştiriyor. Hikayeleri ve şiirleri tamamlanınca yayımlatma amacıyla Kopenhag’a gidiyor ama oradan hayelleri yıkılmış ve parasız olarak şimdiki adıyla Oslo, o zamanki adıyla Kristiania’ya geri dönüyor. Parasızlık ve açlıkla mücadele etmek zorunda kalıyor. Yine farklı işler yaptıktan sonra bir arkadaşının yardımıyla Amerika’ya gidiyor ve burada hastalanıyor. Öleceğine inanılan Knut Hamsun, Norveç’e geri dönerken mucizevi bir şekilde iyileşiyor. Kristiania’da bir gazeteyle anlaşıp yazılar yazmaya başlıyor ama açlık ve parasızlık burada onu yine buluyor. Bunun üzerine tekrar Amerika’ya gitmek için hazırlıklara başlıyor. Bir süre orada yaşıyor ve Kristiania’ya dönmek, yazmak için bir gemiye biniyor ama gemi Kristinia’ya gelince korkusundan inmiyor. Orada yaşadığı açlık onu bu denli etkiliyor aslında. Gemi Kopenhag’a doğru devam ederken de Açılık romanını yazmaya başlıyor. Sonrasında bu romandan bölümler bir dergide imzasız olarak yayımlanıyor.

*

Yazarın hayatından böyle uzunca bahsettim çünkü Açlık Knut Hamsun’dan çok şey taşıyan bir kitap. Belki de Knut Hamsun bu kadar aç kalmasaydı, bu kadar düşmeseydi bugün bu kitaptan bahsetmek de mümkün olmayacaktı.

Kitabın kahramanı tıpkı yazar gibi Kristiania’da yaşayan bir yazar. Hayatını devam ettirebilmek için gazetelere yazılar yazıyor, çoğu zaman yazamıyor aslında.  Kahramanın hayatına eşlik ettiğimiz anlar kış mevsiminde geçiyor. Onun üşümesine, açlığına, çaresizliğine tanık oluyoruz. Sadece tanık olmakla da kalmıyoruz. Knut Hamsun o kadar gerçekçi bir şekilde yazmış ki açlık, soğuk ve yorgunluk kitaptan taşıp sizin üstünüze geliyor. Bu kadar gerçekçi anlatmış demek yeterli değil aslında çünkü zaten her şey gerçek,  o açlığı kendisi de yaşamış…

Hikaye boyunca kahramanla birlikte yürüyoruz diyebilirim. Evsiz kaldığı için yürüyor, aç kaldığı için yürüyor, birilerini bulmak için yürüyor, soğuktan kaçmak için yürüyor, yürümekten ayakları şişiyor. Bu yürüyüşler sırasında da kafasından geçen düşünceleri görüyoruz. Üç beş kuruş almak için arkadaşının battaniyesini rehinciye vermeye gidiyoruz bir bölümde, sonra bunu yaptığımız için kendimizden utanıyoruz. Açlığın bizi bu kadar düşürmesine kızıyoruz. Sonra hırsızlık yapıyoruz, karnımızı doyurup kalan parayı yaşlı bir kadına veriyoruz. Parasını çaldığımız kişilere de gidip yaptığımızı anlatıyoruz. Kahramanla birlikte biz de dolaşıyoruz sokak sokak.

Kitapta en çarpıcı alan şey tabii ki kahramanın yaşadığı açlık. Günlerce, yemek yemeden bayılmaya yakın bir durumda dolaşıyor sokaklarda. Bazen yerde bulduğu talaş parçalarını atıyor ağzına bazen taş bazen de ceketinin cebini. En zoru da sanırım bir gece açlıktan kendi parmağını ısırması. O kadar çaresiz ve ne yapacağını bilemeyecek durumda kalıyor. Bu açlığa her şahit olduğumda, o cümleleri okurken benim de karımın açlıktan kazındığını hissettim. Onunla birlikte ben de kıvrandım yatakta. Sanki ben de günlerce yemek yemeden yürümüştüm. Sanırım bu kitaptan bahsetmeyi istememin en büyük sebebi bana bu kadar geçebilmiş olması. Ya da belki de yazarın da kahramanın da yaşadıkları onca zorluğa rağmen hayata yazarak tutunmaya çalışması etkiledi ve ben de yazmak istedim. Kendime ürettiğim onca bahaneden kurtulup yazmak…

*

Kitabın sonunda kahramana ne olduğunu söylemek istemedim ama yazarın hayatına baktığımız da beklenen bir sondu diyebilirim. Umarım bir gün fırsatınız olur ve bu kitabı okursunuz.


8 Haziran 2019 Cumartesi

Saatleri Ayarlama Enstitüsü - Ahmet Hamdi Tanpınar


Uzun zamandır ilk defa beni hayal kırıklığının kollarına böyle şiddetli atan bir kitap okudum: Saatleri Ayarlama Enstitüsü.

Bu kitaba karşı büyük beklentilerim olduğundan mı beğenmemiş olmak beni derinden üzdü bilemiyorum. Lisedeyken çok fazla adını duymuştum ve o zamandan beri de okumak için uygun anı bekliyordum. Zaten kitabı aldıktan sonra da hemen başlamadım ki diğer uğraşlarım arasında kaybolup gitmesin, gereken önemi ona gösterebileyim. Ama işte el üstünde tuttuğum, pamuklara sarıp sarmaladığım roman baş ağrım olup çıktı. İki hafta boyunca benimle birlikte süründü, bitmek bilmez bir çileye dönüştü. Bu durumda beni Ahmet Hamdi Tanpınar’a karşı sinirlendirdi biraz, kitabı elimden atar atmaz içimi boşaltabilmek için buraya koştum.

*
Ne içindeyim zamanın,
Ne de büsbütün dışında;
Yekpare, geniş bir anın
Parçalanmaz akışında.
*

Ahmet Hamdi Tanpınar’ın şiirlerinin birçoğunu okuduğum ya da bir şekilde duyduğum bir şair ki kitabına nazaran bu şiirleri daha çok sevdiğimi söylemeliyim. Kitabı okumaya başladıktan sonra çokça “Keşke hep şair olarak bilseydim seni Tanpınar.” dedim. Şiirlerini yazarken kullandığı o büyülü sembolist dili Saatleri Ayarlama Enstitüsü’ne de yansıtmış Tanpınar. Başarlı olmuş mu, evet olmuş ama bu başarı bana olumlu yönde geçemedi maalesef.

İlk başta kendimi sorguladım bir sorun mu var bende, neden beğenemedim kitabı diye. Okumaya zorladım kendimi ki kitapları yarım bırakmak âdetim değildir ne olursa olsun bitirmeye çalışırım başladığım kitabı. Sonra gittikçe daha da sıkıcı bir hal almaya başladı kitap, içine bir türlü giremedim, kitaptan biri olamadım. Bu tabi ki benden kaynaklanan sebeplerden de olabilir: Anlamadığım kelime sayısının çokluğu okuma zevkimi bozmuş olabilir, kitabı anlayabilecek kadar iyi bir okur olmayabilirim. Bunları kabul etmesini de bilirim ama hırsızın hiç mi suçu yok?

Sayfaları çevirdikçe kafamda sürekli neden sorusu dolaştı. Neden anlatmış bunları, neden bu ayrıntı, neden yaptın bunu Tanpınar neden, neden?.. Anlatımı gereksizce uzatılmış buldum. Yere atılan sakızın sıcak havada yumuşayıp ayakkabınıza yapışması gibiydi: Bir türlü ondan kurtulmayı başaramıyorsunuz, uzadıkça uzuyor. Bir kahramanı olaya dahil etmek için bunca cümleye israf etmiş ama sonuçta neye yaramış bu anlam veremedim. Kahramanları anlatırken olay akışını parçalamış, kitabı durağanlaştırmış. Yanlış anlamayın betimlemelere, lafı dolandırarak anlatmalara karşı biri değilim, Tanpınar’ı bu konuda başaralı bulamadığımı söylemeye çalışıyorum sadece. Halbuki çok ilgi çekici bir konusu vardı romanın, temelde anlatmaya çalıştığı şey de çok anlamlıydı. Buna rağmen çirkin bir kitap okuduğumu düşünmek beni derinden yaraladı desem abartmış ola da bilirim olmaya da bilir.

*
Bu akşam rüyamda Leylâ'yı gördüm,
Derdini ağlarken yanan bir muma;
İpek saçlarını elimle ördüm,
Ve bir kemend gibi taktım boynuma,
Bu akşam rüyamda Leylâ'yı gördüm.
*

Şimdi şöyle düşünebilirsiniz: Böyle bir yazarı eleştirmek, kötülemek, beğenmemek sana mı düştü? Evet, aslında bana düştü. Her okuyucu dışından yapmasa da içinden eleştiri yapar kitaplara karşı, ben böyle inanıyorum ya da en azından ben böyle yapıyorum. Dolayısıyla bu yazıyı yazmak biraz bana düştü biraz da bu kitabı okuyan herkese. Saatleri Ayarlama Enstitüsü’ne bayılmış, aşık olmuş bir çırpıda okuyup bitirmiş kişiler olabilir, hatta olmuş ki bu derece meşhur bir kitap haline dönüşmüş. Bununla birlikte benim gibi sevememiş insanlar olduğuna da inanıyorum, her ne kadar şimdiye dek herhangi biriyle karşılaşmamış olsam da…

Sanırım bu kitapla ilgili söylemek istediğim şeyler bunlar. Umarım siz de okur ve tarafınızı seçersiniz.

*
Dağlar sonra oynadı yerinden
Ve hallaçlar attı pamuğu fütursuzca.
Sen say ki yerin dibine geçti geçmeyesi sevdam
Ve ben seni sevdiğim zaman bu şehre yağmurlar yağdı.
Yani ben seni sevdiğim zaman,
Ayrılık kurşun kadar ağır,
Gülüşün kadar felaketiydi yaşamanın.
Yine de,
Bir adın kalmalı geriye
Bütün kırılmış şeylerin nihayetinde.
Aynaların ardında sır,
Yalnızlığın peşinde kuvvet,
Evet nihayet, bir adın kalmalı geriye,
bir de o kahreden gurbet..
Beni affet,
kaybetmek için erken,
sevmek için çok geç...
*

NOT: Sizin için son şiirin şarkı halini de bırakıyorum. Büyük ihtimalle dinlemişsinizdir yine de güzel şarkı o yüzden eklemek istedim.

30 Temmuz 2018 Pazartesi

Martı Jonathan Livingston - Richard Bach



Cennet bir yer, bir mekan değildir, bir zaman dilimi değildir. Cennet öğrenmektir, mükemmelliktir.

İçinde bolca martı fotoğrafı olduğu için kısa sürede bitireceğimi düşünüp yoğun bir zamanımda aldım elime Martı Jonathan Livingston'u. Beklediğimden daha güzel olduğunu söylemeliyim. Yazar martılar üzerinden çok güzel toplum ve din eleştirisi yapmış. Martılar üzerinden, örnek bir insan nasıl olmalı bize göstermiş.

Hayatı yaşamış olmak için yaşamıyor Jonathan, uçmak için hem de en iyi şekilde uçmak için, yaptığı işin en iyisini yapmak için yaşıyor. Uçmakla ilgili öğrendiklerini diğerlerine öğretmeye çalışıyor. Önce tanrı ilan ediliyor sonra taşlanıyor. Yine de göklerde süzülmeye devam ediyor.

Başarı öyküsü mü dersiniz siz bu kitaba çocuk hikayesi mi bilmiyorum ama kitabı kapattıktan sonra yüreğinizde bir şeyler kıpırdayacak biliyorum.

Eğer ne yaptığını iyi biliyorsan her zaman başarırsın. Başarmak için ne yaptığını bilmek gerek.

22 Haziran 2018 Cuma

Kabuk Adam - Aslı Erdoğan


Bazen insana hiçbir şey hatırlamak kadar acı veremez, özellikle de mutluluğu hatırlamak kadar. Unutamamak. Belleğin kaçınılmaz intikamı. Herhangi bir iz taşınıyorsa eğer, bu bir zamanlar bir yara açıldığındandır.

Kabuk Adam, okurken çok zorlandığım bir kitap oldu. Bu kötü olmasıyla ya da diliyle alakalı değil de bunun sebebi okurken kendimi içerde çok fazla görmemle alakalıydı bence. Kendi acımı gördüm, kendi kırgınlıklarımı, kendi yaşama mücadelemi okudum gibi bir şeydi yani. Hem mutluydum okurken hem korkmuş hem de hırpalanmış, sonunu fark etmeme rağmen merakla ve ümitle okudum. O yüzden bu kitap benim için çok farklı bir yere sahip olacak. Kafamın içinde sürekli göreceğim onu. Şunu da söylemek isterim öyle herkesin de kolay kolay beğeneceği bir kitap olduğunu da düşünmüyorum. Kolay bir kitap değil çünkü Kabuk Adam.

Oysa, katiller de herkes kadar, belki de herkesten daha duyarlı olabilirler ve babaların kızlarını öldürmeleri de görülmemiş bir şey değildir

20 Şubat 2018 Salı

Momo - Michael Ende


Oysa zaman yaşamın kendisiydi. Ve yaşamın yeri yürekti. İnsanlar zamandan tasarruf ettikçe, zaman azalıyordu.

Momo, çocuklar için yazılmış bir kitabın bile diğer insanlara neler katabileceğini gösteren en iyi örneklerden biri. Basit bir dille yazılmış, kolay anlaşılabilir olmasına rağmen içinde barındırdığı düşünceler ve yaptığı eleştiri muazzamdı. Ne yazık ki benim bu kitaptan Pegasus basana kadar haberim olmamıştı.

Kabalcı Yayınevi kapanıp kitabın haklarını Pegasus aldıktan ve kitabı bastıktan sonra herkes etrafta Momo diye sayıklamaya başladı, etrafta bir Momo furyası dönünce de alıp bir bakayım neymiş bu Momo dedim. Ben genelde korkarım çünkü, bir kitabın çok fazla reklamı yapılıyorsa içinin boş olma olasılığı yüksektir. İçim rahat söyleyebilirim ki bu kitap onlardan biri değil. Böyle kitapları okuduktan sonra evi çocuk kitaplarıyla doldurasım geliyor. Anlatmaya çalıştığı şeyler her yaştan insana hitap eden türde. O yüzden okuduğunuza pişman olmayacağınızın garantisini verebileceğim kitaplardan. Umarım kitaplığınıza katarsınız Momo’yu ve onun yolculuğunu.


Kör biri için gökkuşağının renkleri ve sağır biri için kuş sesleri nasıl boşunaysa, yürekle algılanmayan zaman da öyle boşa gider, kaybolur. Ama ne yazık ki düzgün atmasını bildiği halde kör ve sağır olan nice yürekler vardır.

30 Ocak 2018 Salı

Antabus - Seray Şahiner


İstanbul benim için, evin penceresinden görünen inşaat manzarası demekti.

Okuma tarzımı biraz değiştirmeye ve Çağdaş Türk Edebiyatı ile tanışmaya vermeye karar verdim bu aralar. Antabus da bu yoldaki ilk adımlarımdan biri oldu diyebilirim, iyi de oldu. Yürek burkan bir hikaye anlatmış bize Seray Şahiner, tecavüze uğramış, kendinden yaşça büyük biriyle evlendirilmiş, sevmiş ama bir türlü sevilememiş bir kadının hikayesi, şuan içimizden birinin hikayesi. Kitabın en kötü yanı bu, maalesef bu kadın yaşadı, yaşamaya devam ediyor. Okuyanı en çok etkileyen tarafı da bu sanırım, yani en azından beni en çok etkileyen tarafı bu.

Farklı bir anlatım tarzına sahipti kitap, birden fazla sonu var olayın, benzetmeler de eşsizdi. Mümkün olsa da herkese okutabilsem bu kitabı. Yüreği taşlaşmaya, gözleri kör olmaya başlamış insanlar okusa böyle şeyler belki çok geç olmadan kurtarabiliriz onları. Böyle yazarlar gördükçe ben umutlarım saklamaya devam ediyorum çünkü biliyorum bir yerlerde hala konuşan, yazan ve toplum için çabalayan insanlar var…


Gaddarın suçu zulmettiğinde araması yüzsüzlük mü kendini bilmezlik mi kolay kolay anlaşılmıyor.

27 Ocak 2018 Cumartesi

Yaşlı Balıkçı ile Deniz - Ernest Hemingway


Ernest Hemingway, hep adını duyduğum ama hiç okumadığım bir yazardı. Yine aslında başka bir kitabıyla tanışmak istediğim bir yazar olmasına rağmen kitapları görünce onlara doğru çekime kapılan biri olmamdan dolayı Yaşlı Balıkçı ile Deniz’i görünce aldım. Almasına aldım ama sanırım büyük beklentilerle başlamış olmam biraz hüsrana uğramam sebep oldu. Kitabı beğenmedim de diyemiyorum aslında ve bu hüsranın başka sebepleri olabileceğini de düşünüyorum. Mesela kitap, çocuk kitabı klasiği olarak basılmış bu yüzden belki dilinde bir yumuşatma ya da bazı yerlerinde kırpma olabilir. Bir de eski bir basım olması var. Şuan daha iyi çevirisi yapılan bir kitap da olabilir. Yani ‘Bu kitap kötü’ demeden önce bakılması gereken birçok etken olduğu kanısındayım. Yakın bir zamanda alır mıyım bilmiyorum ama başka yayınevinden çıkmış bir basımı alıp okumak istiyorum açıkçası. Bunun nedenlerinden biri de internette kitaba baktığımda alında Yaşlı Adam ve Deniz diye çevrildiğini gördüm. Yayınevinin kitap seçiminde önemli bir yeri olduğunu tekrar gösteriyor bu kitap bana.

11 Ocak 2018 Perşembe

Uçan Tabut - Pınar Eğilmez



İntikam, bugünkü sen dünkü kendine yemek ısmarlamaya çalışırken, yarınki senin 'dün yediğimi bile hatırlamıyorum' deme ihtimali gibi bir şeydir.
*
Her gördüğümde gülümseme sebep olan bir kitap Uçan Tabut. Bu gülümseme, kitabın çok mutlu, komik şeyler anlatmasından değil ama. Bu gülümseme, acının, öfkenin, gözyaşlarının, ölümün çok güzel anlatılmasından gelen bir gülümseme. Kitap bittikten sonra etkisinden kurtulmak kolay olmuyor uyarmalı sizi.

**
Bir arkadaşımın elinde görmüştüm kitabı, hazır Tüyap yaklaşıyor oradan alırım demiştim. Sonra fark ettim ki benim gideceğim gün Pınar Eğilmez'inde imza günü varmış, kitabı imzalatmadan olmazdı tabi. Yazarın ilk kitabı ama kesinlikle sonuncusu olmamalı. Artık böyle nadide, özenle yazılmış kitaplar bulmak gerçekten zorlaşıyor. Bazı çok popüler yayınevleri, çok para getireceğini bildikleri kitapların reklamlarıyla doldururken etrafı, kendi halinde ama gerçek edebi eser olan bu tarz kitaplarda arada kaybolup görünürlülüğünü yitirebiliyor. O yüzden üzülüyorum aslında: İnsanlar neden okudukları kitaplarla ilgili daha seçici davranmaya çalışmıyor? Sonra da diyorum ki sana ne bundan, kim ne okuyorsa okusun.

***

Kitabın konusuyla ilgili çok bir şey söyleme istemiyorum aslında ama kitapta sizi etkileyen birçok öğe olacağını söyleyebilirim. Başta sanki bir aşk hikayesi anlatacakmış gibi başlayabilir ama kesinlikle öyle devam etmediğini de söylemeliyim. Karakterlerden muhakkak kendinize benzetecekleriniz olacaktır ki kitabın çok geniş bir karakter yelpazesi var. Bu kitabı karmaşık yapmaz mı diye düşünebilirsiniz ama hayır yapmamış, insanların biriyle bağlantısı çok güzel açıklanmış. Öyle çok kalın bir kitap da değil, keşke olsaymış değdim zamanlar da oluyor, yazarın dilinden sıkılmıyorsunuz, ama tam yerinde bitirmiş yazar da diyorum.

Ben bu kitabı bu kadar överken umarım okuyan başkalarını hayal kırıklığına uğratmaz Uçan Tabut.


Rüyadan uyanmak marifet değil. Elbet hepimiz bir gün uyanacağız. Aslolan 'rüyayı bilmek'.

4 Ocak 2018 Perşembe

Otostopçunun Galaksi Rehberi - Douglas Adams



İnsanlar nede doğar? Neden ölürler? Neden bu ikisi arasında geçen zamanın büyük bir bölümünü dijital kol saatleri takarak geçirmek isterler?

*

Ben Otostopçunun Galaksi Rehberi'nin daha önce filmini izlemiştim ama ne anlatıyor, ne anlatmak istiyor, filmde neler oluyor anlamamıştım. Kafamda hep bir soru işareti vardı ne bu şimdi diye. Filmi izlerken aslında bir kitap olduğunu da bilmiyordum. Kitabın yayınevinin değişmesi ve birçok kişi tarafından konuşulmaya başlanması beni de kitabı okumaya itti. Buna rağmen kitabı almak konusunda bir eyleme geçemiyordum. Ben de bu yüzden bir arkadaşıma aldırıp sonra ona okutup o beğendikten sonra da okumak için ondan aldım.

**

Arthur Dent, bir sabah uyandığında kapısının önünde bir sürü iş makinesi bulur. Kestirme bir yol yapmak için onun evini yıkmaya gelmişlerdir. Ama Arthur’un o gün yaşayacağı en şaşırtıcı ve üzücü olay bu değildir. Gökyüzü, süper otoyol yapmak için Dünya’yı yok etmeye gelen uzaylı gemileriyle doludur ve Arthur, uzaylı olan en yakın arkadaşı sayesinde otostop çekerek bu uzay gemilerinden birine girer. Ne yazık ki Dünya yok edilir, Arthur’sa hiç bilmediği uzayda havlusu ve sabahlıklarıyla imkansızlıkların mümküne dönüşmesiyle yolculuk yapmaya başlar.

***

Kitabı çok sevdiğimi üstüne basa basa belirtmeliyim. Noktasına virgülüne kadar her yeri çok güzeldi. Özellikle en sevdiğim kısımsa hikaye başlamadan önce geçen yazarın önsözündeki gezegenden nasıl ayrılabilirsiniz kısmıydı. Ayrıca kitabı okurken filmden bazı karelerin gözümde canlanıyor olması da beni daha çok bağladı kitaba galiba. Şuan iyi ki de okumuşum diyorum.

Bunu ve serinin diğer kitaplarını en kısa zamanda kitaplığıma eklemek için sabırsızlanıyorum. Sizi de benim kadar mutlu etmesi dileğiyle, iyi okumalar.


İşin içinde periler olduğuna inanmadan da bir bahçenin güzel olduğunu göremez miydi insan?

28 Aralık 2017 Perşembe

Sensiz Bir İlk Bahar - Agatha Christie


*

Agatha Christie, polisiye kitaplarının dışında, Mary Westmacott ismiyle altı tane duygusal roman yazmış. Bu altı kitaptan biri de Sensiz Bir İlkbahar.

Açıkçası kitabı beğendiğimi söyleyemiyorum. Agatha Christie'nin polisiye kitaplarından birkaç tanesi okumuştum, onlara hiçbir sözüm yok gerçekten güzel kitaplardı. Zaten bunu benim size söylememe gerek bile yoktur çünkü Agatha Christie’nin bu türün kraliçesi olduğunu bilmeyen duymayan kalmamıştır artık. Benim de gerçekten çok sevdiğim bir yazar olduğunu eklemek isterim. Bu yüzden çok büyük beklentiyle aldığım bu kitabı beğenmemiş olmak da beni biraz şaşırttı. Hatta bana hiç duygusal bir roman gibi gözükmemesinin yanından başkahraman olan kadın beni kelimenin tam anlamıyla gıcık etti. Normal hayatta bile gerçekleri görmeyen bu tarz insanlardan olabildiğince kaçmaya çalışırken onlardan birinin hikayesini okuyor olma benim için rahatsız ediciydi. Bu da bu kitaba şimdiye kadar yaptığım en kötü eleştiriyi yapmama sebep oldu diyebilirim.

**

İran'daki kızının yanından dönerken yoğun yağış yüzünden treni gelemeyen ve konuşabileceği, zaman geçirebileceği kimsenin olmadığı bir handa günler geçirmek zorunda kalan, bu mecburiyet sonunda da kendisiyle konuşmaya ve daha da önemlisi düşünmeye başlayan bir kadının iç çalkantısını görüyoruz aslında bu kitapta. Bu iç savaşla birlikte gelen düşünme evresinin sonrasında hayatındaki yanlışları, kendini kandırdığı noktaları fark eden, kendisiyle, kocasıyla ve çocuklarıyla ilgili büyük kararlar alan bu anne her ne kadar değişmiş, akıllanmış olsa da bütün her şey trene binip eve gidene kadar sürüyor.

23 Aralık 2017 Cumartesi

Arcturus'a Yolculuk - David Lindsay


İthaki’nin bilimkurgu klasikleri adı altında unutulmuş, köşede kalmış kitapları tekrar basması beni çok etti. Kapak tasarımları, çevirileri ve diğer bütün ayrıntılarıyla çok güzel oldu bu seri. Arcturus’a Yolculuk, bu seriden okuduğum ilk kitap yanlış hatırlamıyorsam ama yine büyük umutlarla okumaya başladığım kitaplardan birini daha sıkıcı buldum.

David Lindsay’in yarattığı gezegen çok güzeldi ona hiçbir lafım yok. O gezegeni anlatabilmek için yeni renkler üretmesi, karakterlere hikayenin içindeki göreve göre isimler vermesi çok güzeldi. Her şeyden güzeli kitabın barındırdığı düşünceler yaptığı eleştirilerdi bence. Usta bir yazarın elinden çıktığını görebiliyordunuz kitabı okurken. Tüm bu iyi yanlarının yanında fazlaca uzatılmış geldi bana kitap. Çok fazla cümle vardı sanki. Bu da okurken bir süre sonra sıkılmama sebep oldu. Bu sıkıntı da yarattığı hayranlığı alıp götürdü benden.


Yine de okunması gereken bir kitap olduğunu düşünüyorum. Size katacağı şeyler muhakkak olacaktır. Ben, diğer bilimkurgu klasikleriyle aradığım tadı bulmaya çalışacağım.

9 Aralık 2017 Cumartesi

Zamanın Kısa Tarihi - Stephen Hawking


Yıldız kilo vermek zorunda olduğunu nereden bilecek?

*

Stephen Hawking’i duymayanımız yoktur diye düşünüyorum. Bu kadar önemli ve tanınmış bir bilim insanı kitap yazınca da okumamak olmaz diye gittim aldım kitabı. Zamanın Kısa Tarihi zaten en ünlü kitaplarından biri. Açıkçası ben biraz daha farklı bir kitap bekliyordum ama okuduğum şeyden de kesinlikle memnun kaldı. Ne kadarını anladın diye sorsanız muhakkak çok az bir kısmıdır derim. Stephen Hawking, her ne kadar normal insanların da anlayabileceği şekilde yazmaya çalışsa da anlattı konular gerçekten ağır olduğu için ve sonuçta belki yüzlerce bilim insanının üzerinde çalıştığı bilimsel olgular olduğu için anlaması zor bir kitap. Zaman ayırmanız, üzerinde durmanız ve okumak için çaba sarf etmeniz gerekiyor. Ben her lisede sayısal öğrencisi olmama, anlatılan bazı şeyleri fizik derslerinde görmeme hatta seçmeli astronomi dersi almama rağmen anlamak da zorlandım ilk başta. Acele etmeden ağır çekimde okudum kitabı. Sonucundan da mutluyum. İçinde yaşadığınız evrenle ilgili bilgi sahibi olmak bence sizi de mutlu edecek. Ben özel olarak da kara deliklere ve solucan deliklerine ilgi duyduğum ve onlarla ilgili daha çok şey öğrenmeye çalıştığım için en sevdiğim bölümler onlar olabilir.

Hawking, olayları anlatırken de kronolojik bir sıra izlemiş kitapta. Bu da kafanızda oturtmanızı kolaylaştırıyor anlatılanları. Yeri geldiğinde de ‘bunu şu bölümde söylemiştik’ diye size hatırlatmalar yapıyor ya da üzerinde hala üzerinde çalışılan bir şeyse çalışan kişilerin düşündüklerini, yaptıklarını anlatıyor. Yanlış hatırlamıyorsam, kara delikleri anlattığı bölümde bu konu üzerine başka bir bilim insanıyla girdiği ideadan bahsediyordu. Yani yeri geldi mi esprisini yapmaktan, sizi güldürecek şeyler söylemekten de çekinmiyor.

Eğer uzay, evrenin oluşması gibi konularla ilgiliyseniz ilk bakacağınız kitaplardan biri olmalı bence Zamanın Kısa Tarihi.


Bedava yok, her şey karşılıklı denir. Oysa evren karşılıksızlığın doruğudur.

3 Aralık 2017 Pazar

Beyaz Zambaklar Ülkesinde - Grigory Petrov


Hayattaki aşırı düzensizliğin başlıca nedenlerinden birisi herkesin hayatta iyi bir düzen kurmaya çalışması, fakat hiç kimsenin hayatın kendisini düzene sokmak istememesidir.

*

Kitap Finlandiya’nın nasıl kendini yeniden yaratmaya çalıştığını anlatıyor denebilir. Aydınların, halkın cehaletini kırmak için neler yaptıkları, halk fakirlikten kırılırken nasıl bir mücadele içinde oldukları Rus bir yazarın ağzından aktarılıyor bize. Beni en çok etkileyen şeylerden biri, insanlar aç dolaşırken bile gazete alıp okumaya, her daim kafalarını dinç tutmaya çalışmaları oldu. Okumaya ve okuyanlara çok değer veren bir ülke olması belki de onların en büyük avantajlarından biriydi.

Finlandiya’nın büyük çoğunluğu bataklıklardan oluşuyormuş zamanında. Bu insanları vazgeçirmemiş ama. Halk yılmamış, kayaları kırıp bataklıklara götürmüşler ve yıllar içinde o bataklıkları verimli topraklara çevirmişler.

Halkın aydın, okumuş, görmüş geçirmiş kesimi diğerlerini bilinçlendirmek için elinden gelen her şeyi yapmışlar. Kenara çekilip halkı aşağılayanlar da olmuş ama bunlar azınlıkta kalmışlar. Ülkeyi ilerletmek için her kesimden insan ele ele vermiş yani. Kitabı okuduktan sonra Atatürk’ün neden okul müfredatına koymak istediğini gayet iyi anlayacaksınız.


İçi yakıtla iyice doldurulmuş lamba ‘Ne yapmam gerekiyor?’ diye sormaz.

23 Kasım 2017 Perşembe

Otomatik Portakal - Anthony Burgess



Ama kötülüğün sebebini bulmaya çalışarak tırnaklarını kemirmeleri, kahkahadan kırılmama yol açıyor kardeşlerim. İyiliğin sebebini aradıkları yok, öyleyse niye tersini merak ediyorlar ki?

*

Okuduğum en güzel distopyalardan biri oldu Otomatik Portakal. Kitabın insanı rahatsız etme tarzı, hikayenin geçtiği zamanın pisliğini üzerinize yapıştırma şekli mükemmeldi. Hem rahatsız olup hem de okumaya devam etmeyi istemek beni zora soktu diyebilirim. Kahramanlar iyi kurgulanmış ve yerlerine tam oturmuşlardı. Kötü olması gereken herkes gerçekten kötü, ölüm sahneleri kanlı ve vahşiydi. Bir çocuk nasıl böyle bir insan olabilir sorusunu okurken bol bol soracaksınız.

**

15 yaşında bir çocuk düşünün; üç arkadaşıyla birlikte gece ortalarda dolanıp insanları dövmekten zevk alan, onların paralarını çalan, uyuşturucu kullanan, diğer çetelerle kavga edip onları öldürmekten hiç çekinmeyen bir çocuk. İşte bu kişi kitabın başkahramanı Alex.
Alex, yaşına rağmen hayli kötü, vurdumduymaz, acımasız ama bir o kadar da zeki bir çocuk. Yanında yine birbirinden vahşi üç arkadaşıyla, onların tabiriyle eğlenmeye çıktıkları bir gece başlıyor kitap. İlk önce yaşlı bir bilim insanını döverek başlıyor geceye, sonra içiyorlar, uyuşturucu kullanıyorlar, soygun yapıp ceplerini dolduruyorlar. Ezeli düşmanlarıyla karşılaşıp, çeteden bir kaçını öldürüyorlar, araba çalıp küçük bir evde kendi halinde yaşayan karı kocaya saldırıyorlar. Saldırdıkları bu adam Otomatik Portakal isimli bir kitap yazıyor. Bu kitabın sayfalarının masanın üstünde gören Alex onları parçalıyor, alay ediyor. Adamın karısına tecavüz ediyorlar ve o insanları çok kötü bir durumda bırakıyorlar.

Her ne kadar gece Alex’in istediği gibi başlasa da sonuna doğru arkadaşlarıyla yaşadığı ufak bir sorun olayları bambaşka yerlere götürmeye yetiyor. Ertesi gün yine dışarı da eğlenirken işler ters gidiyor, arkadaşları onu bırakıp kaçıyor ve Alex hapse giriyor.
Buraya kadar olan kısım aslında hikayenin sadece oluşma aşaması diyebilirim. Alex’in hayatını asıl değiştiren olaylar o hapse girdikten sonra, hatta hapisten çıkmak için kabul ettiği şeyle başlıyor. Bu olayları çok anlatmayacağım çünkü asıl okumanız gereken, sizi oturduğunuz yerde omuzlarınızdan tutup sarsacak kısımlar bu olaylar, Alex’ e yaptıkları şeyler.

İyilik seçilen bir şeydir. İnsan seçemediğinde insanlıktan çıkar.

***

Anthony Burges insanlık için çok kara bir gelecek hazırlamış bu kitapla. Müthiş bir hayal gücünün ürününü okuyacağınıza garanti verebilirim. Sadece anlatılmak istenen şey değil, anlatılış şekli de takdire şayan. Burges, karakterleri, yerleri, olayları, pisiliği ve vahşeti en ince ayrıntısına kadar tasvir etmiş. Hikayenin geçtiği zamanda konuşulan dili de Alex’ in anlatımıyla bize göstermiş.

Kitap aynı zamanda filme de dönüştürülmüş ama uyarlamayı beğenmediğimi söylemeliyim. Başka bir isimle, kitapla alakası olmadan gösterime sunulsa belki kabul edilebilir bir film olabilir ama kitaptan uyarlandığı söylendiği halde bu kadar alakasız ve iyi anlatılamamış bir film yapmaları hiç hoşuma gitmedi. Malcolm McDowell’ ın oyunculuğuna lafım yok, Alex’i yansıtma şekli güzeldi. Filmin kalan kısmıysa hayal kırıklığıydı. Yine de kitabı okuduktan sonra göz atmak sizin için farklı olabilir. Kitabı okumadıysanız ilk önce filmi izlememenizi tavsiye ederim, kitabı yanlış tanımanıza sebep olabilir.

Ben kitaba hayran kaldım diyebilirim, okuyup da beğenmeyen insanların sayısı da çok azdır bence.


Tanrı ne ister? Tanrı iyilik mi ister yoksa iyi olma seçeneğini mi? Kötülüğü seçen bir insan, kendisine iyilik dayatılmış bir insandan bazı açılardan daha üstün olabilir mi?


11 Kasım 2017 Cumartesi

Müptezeller - Emrah Serbes


… ne kadar yitik, umutsuz ve unutulmuş olduğunuz fark etmez, hayatınızın hangi döneminde olduğunuz da fark etmez, hepsi geçer, hepsi biter, hepsinin kafası siktirip gider, karanlığın kalbiyse her zaman orada kalır, atmaya devam eder, duyması gerekenler için.

*

Emrah Serbes, uzun zamandır okumak istediğim yazarlardan biriydi, bu kitap da okumak istediğim ilk kitabıydı. Almış olmama rağmen kitaplığımda beni bekledi bir süre, sonra Emrah Serbes trafik kazası yüzünden içeri girince tam zamanı dedim, şimdi okumalı kitabı, bunun için bekliyormuşum sanki.

**

Bu ülkede ölmek sıradan bir şakadır.

Olayların en başında, bir otelde anlatmaya başlıyor Bakır hikayeyi. Kitap da ara ara göreceğimiz arkadaşı İsmail yüzünden, biraz da köpekler ve şefleri yüzünden, ayrıldığı otelle başlasa da hayatını anlatmaya, oradan çok uzaklarda bitiyor hikaye. Kahramanımız asla bir yerde çok uzun süre kalamıyor, tutunamıyor hiçbir şehre. Arada babası ölüyor, içiyor, uyuşturucu kullanıyor, hapse giriyor, çıkıyor ama bir yerde temelli kalamıyor, bir işi uzun süre yapamıyor. Bir ara yazmayı deniyor, olmuyor. Ölmüyor ama ölmekten bin beter oluyor. En kötüsü de Bakır, kafamızı biraz dışarı çıkarsak, şöyle sokakta biraz dikkatli dolaşsak tanışabileceğimiz biri. Emrah Serbes, toplumu dibinden bir karakterle anlatıyor bize bizi. Yüzümüze titreyen elleriyle vuruyor Bakır, deliliğini, delirişini gözümüze sokuyor.

***

En çöpsüz denizlerin martıları da böyle ağlar, sadece çocukken inanılan yalanlar da böyle kanatır, mermiler de böyle deler geçer yüreği.

Kitabın anlattığı şey beni içine çekmedi desem yalan olur, ama arada sıkıldığım yerler de oldu onu da söylemeliyim. Emrah Serbes’in tarzı gerçekten farklı: Öyle bir anlatışı var ki sanki sokaktaki birini almışım karşıma onunla konuşuyorum. Ama bunu demek değil ki basit bir dili var. Cümleler yeri geldi mi büyülemeyi biliyor sizi. Kitabın içinde küfür bolca var bu da bir gerçek, bizim günlük hayatımızda da bolca olduğu gibi.

Emrah Serbes’in gözünden toplumu görmek güzel bir deneyimdi benim için. Müptezeller de onun okuyacağım son kitabı olmayacak büyük ihtimalle…


Fakat bizim için hiçbir yere gitmiyordu yollar. Adım atsak karanlıktı. Adım atsak boşluktu. Bizim için kartondandı sanki dünya, adım atsak elimizde buruşup kalacaktı.

31 Ekim 2017 Salı

Arayışlar - Lou Andreas-Salomé


Ben yoksunluktan, karanlıktan ışığa gelir gibi geldim sana.

*
Bir kadının ağzından anlatılan etkileyici bir kendini buluş hikayesi diyebilirim bu kitap için. İyi yetişmiş, hatta o zamanın kadınlarına baktığımızda özgür yetişmiş diyebileceğimiz bir anlatıcımız var ve bu kadın aslında ona hiç uygun olmayan bir ilişki içine giriyor.

Kuzeni Benno’ya aşıktır Adine. Babası öldükten sonra da annesiyle birlikte ona yakın bir yere taşınırlar. Benno akıl hastanesinde çalışmaktadır, Adine de aslında ressam olmasına rağmen evlenecek olduğu için o zamana öğrenmediği ev işlerini öğrenmekle meşguldür ve bu yüzden resim yapamamaktadır. Eli de ruhu da yatkın değildir bu tür şeylere aslında ama nişanlısına iyi görünmek için yapmaya çalışır çünkü bir kadından beklenen şeyler vardır o günlerde, nişanlısının ondan beklediği şeyler vardır…

Adine ne kadar nişanlısının istediği gibi olmaya çalışsa da bu duruma uyum sağlayamaz ve hasta olmaya başlar. Hasta olan bir kafese konmuş ruhudur, yaratıcılıkla dolu olan elleri biriktirdiği günleri tuvale aktaramamaktan rahatsızdır. Daha fazla katlanamaz ve Fransa’ya gider nişanlısıyla annesini arkada bırakarak.

Fransa’da kendini bulur Adine, iyileşir, gelişir, büyür. Bir sergi açar orada, yapması gereken asıl işi bulmuştur artık. Bir gün annesin ısrarları ve Benno’dan gelen bir mektup üzerine ülkesine geri döner. Bu geri dönüş eski yaşantısına geri dönüş değildir ama, çünkü o eski o değilidir…
**

Dili beni biraz sıksa da içinde barındığı feminizm izleri, toplumun yarattığı kadın kalıplarına uymayan Adine’nin kendini arayışı ve buluşu çok güzeldi. Güçsüz, bir erkeğin istediği kalıba kendini sokmaya çalışan kadın olmaktan vazgeçip istediği şey olma cesaretini kazanmasını okumak, bir kadın olarak söylüyorum; ilham vericiydi. Hayatında değişiklik yapmak isteyen, ya da bir kadının gözünden dünyaya ve ilişkilere bakmak isteyen insanların seveceği bir kitap olacağını düşünüyorum.

22 Ekim 2017 Pazar

Amok Koşucusu - Stefan Zweig


Sizden benimle konuşmanızı rica ediyorum, çünkü kendi suskunluğumda boğulmak üzereyim…

*

Stefan Zweig’ın yeri bende bir başkadır, Satranç kitabıyla aşık olmuştum ona ve o kitabı liseye kadar bekletmiş olmamdan dolayı kendime çok kızmıştım. Ben daha ortaokuldayken hediye edilmişti bana, her ne kadar veren kişi yıllar sonra bunu unutmuş olsa da bu yıllar içinde kitaplığım en gözdesi olmayı başardı Satranç. Daha sonra Bir Kadının Yaşamından 24 Saat kitabını okumuştum yine Zweig’tan. Koridor Yayınları’ndan çıkan baskıyı almıştım. O baskıda, kitapta başka hikâyeler de yer alıyordu, her birini ayrı ayrı sevmiştim o hikâyelerin de.

Uzun bir aradan sonra Amok Koşucusu’yla tekrar buluştum Zweig’la. Her zamanki gibi beni büyülemeyi başardı bu hikâyesiyle de. Olayları bu kadar güzel betimleyebilmesi bende gerçekten hayranlık uyandırıyor ona karşı. Hikâye Satranç’taki gibi bir gemi de geçiyor ve Bir Kadının Yaşamından 24 Saat’te olduğu gibi kısa bir süreden bahsediliyor. Ayrıca iki hikâyede de olduğu gibi anlatıcıyla asıl kahramana birbirinden farklı kişiler. Yani kitaba genel olarak baktığımızda diğer hikâyelerinden de izler görebiliyoruz ama bu beni rahatsız etmiyor. Üzerinde benzerlikler de taşısa Amok Koşucusu verdiği şeyler açısından diğerlerinden farklı. Stefan Zweig’ın okuduğum bütün hikâyeleri birbirinden bir açıdan farklı olmayı başarmıştı. Bu kadar eser ortaya çıkarmış bir yazarın bunu başarabilmesi de yine benim ona hayranlıkla bakmama neden oluyor.

**

Hikaye çok dolu bir gemide Avrupa’ya ger dönmek zorunda kalan bir anlatıcıyla başlıyor. Adam o kalabalıkta o kadar bunalıyor ki bir gün, gece uyanıp gemide dolaşmaya başlıyor. Gördüğü manzara onu büyülemiş bir şekilde otururken başka bir adamla karşılaşıyor. Asıl hikayeyse işte bu karşılaşmadan sonra başlıyor.

Sonraki gün, adam karanlıkta yüzünü bile tam göremediği adamla tekrar karşılaşabilmek için gece yine kalkıp önceki günkü yere gider. Merak etmiştir o adamı çünkü daha önce hiç görememişti onu gemide. Ve bu buluşmayla da doktor olan o adam neden gemide oluşunun hikayesini anlatmaya başlar. Uzun zamandır susmuştur adam ve o yabancıya içini açar.

Hikayesinin bu noktasında ben, ana kahraman doktor mu yoksa anlattığı kadın mı diye düşünmeye başladım. Siz ne yönde karar verirsiniz bilmiyorum ama ben kadın olduğunu düşünüyorum. Doktor bir anlık egoyla yaptığı şeyler, kadında çok büyük hasarlara yol açar. Tabi doktor bu olaylardan sonra bir çöküş yaşar. Hikayesini anlatırken bir yandan da içiyordur zaten. Sadece bir anlık kendini beğenmişliğin içine düşmek nelere mal olabiliyor Stefan Zweig o kadar güzel göstermiş ki bize…

***

Okurken doktorla birlikte ben de telaşa kapıldım, koştum, üzüldüm resmen. Tam olarak hikayenin içinde olan biteni arkadan izleyen bir çift göz gibi hissettim kendimi. En başta söylediği cümlelerin son sayfada açıklığa kavuşması da güzeldi, yaşattığı duygular da güzeldi, bir bütün olarak bakıldığında da çok güzeldi kitap.


Ama orada bu insanın birini gereksindiğini hissediyordunuz, orada birini ölümden kurtardığınızı biliyordunuz ya da çaresizlikten – ve insanın bizzat kendisinin de yardım etmek için buna ihtiyacı vardı, başkasının size ihtiyacı olduğu duygusuna.

13 Ekim 2017 Cuma

Başka Şansın Yok - Harlan Coben


“İlk kurşun göğsüme isabet ettiği an, kızım aklıma geldi.”

*

Harlan Coben, lisede bir arkadaşım sayesinde tanıştığım bir yazardı. O zaman Kimseye Söyleme kitabını okumuştum ve bayılmıştım. Son ana kadar kimin katil olduğunu çözemediğim kitaplar ayrı bir etkiler beni. Başka Şansın Yok’ta da son sayfaya kadar ne olduğunu tam olarak anlatmıyor yazar. Ben okurken nerdeyse herkesin katil olabileceğini düşünmüştüm ama en düşünmediğim yerden vurmayı başardı beni. Olay o kadar iç içe geçmiş bir hale dönüşüyordu ki ortalara doğru artık bir sonuca varması için heyecandan nefes nefese okumuştum. Gerilimi, sizi düşündürmesi, tereddüde düşürmesi, kovalamacası… Her anıyla hoştu kitap.

**

Hikayeye gelirsek: Dr. Marc Seidman asıl anlatıcımız kitapta. Bir göremediği biri tarafından o ve karısı vuruluyor, karısı ölüyor, kızına ne olduğuysa bilinmiyor. Herkes onun da öleceğini düşünürken komadan çıkan Seidman, saldırganlarını bulmak adına bitmek bilmez bir koşuşturmanın içine düşüyor. Kızını bulmaya çalışırken karısının, eski sevgilisinin sırları içine düşmeye başlıyor. Kızına ulaşmak da, işin içinden çıkmak da hiç kolay olmuyor onun için.

***

Eğer polisiye-gerilim seviyorsanız, kafanızı dinlendirmek ama kitaplardan da çok uzaklaşmak istemiyorsanız bakmanız gereken bir kitap olduğunu düşünüyorum…


Bazen karıştırıyorum. Doğru sebeple yanlış şey mi yoksa yanlış sebeple doğru şey mi? Yoksa ikisi de aynı şey mi?

1 Ekim 2017 Pazar

Şu Yağmur Bir Yağsa - Kamil Erdem


Bereketli bir yağmur muyum, karayeli biraz sola çeviren miyim, beyinleri ve kasları felç eden rutubet miyim bilmiyorum.
*
Yine ilk defa okuduğum ama keşke daha önce okumuş olsaydım, daha önce haberim olsaydı dediğim bir yazar Kamil Erdem. Kitabında toplum eleştirisini o kadar güzel yapmış, karakterleri o kadar güzel incelemiş ki hayran kalmamak elde değil tabi.
Kitapta ki karakterler her yerde görebileceğiniz cinsten. Bakkalınız mesela hikayelerden birinde, komşunuz, kardeşiniz, siz varsınız bu kitabın içinde, her telden insanla karşılaşıyorsunuz yani. Sokağa çıkıp yürümek gibi bir şey bu kitabı okumak. Farklı hikayelerde farklı karakterlerle bakış açıklarını da değiştiriyor Kamil Erdem, sürekli aynı yerden bakmıyor kameranızın açısını döndürmenize yardım ediyor bu kitap.
**

Her şey şu fabrikaya giden demiryolu gibi düz olsaydı.

Kitap 11 hikayeden oluşuyor. Her hikayede farklı karakterin anlatımıyla okuyorsunuz ama bir hikayedeki yan karakter bir sonraki hikayede ana karakter olabiliyor. Cümleler bazen bana biraz tuhaf geldi ama genel olarak dili çok güzeldi, kendini okutan anlatımı vardı. Zaten hikayeler kısa kısa, sizi sıkma şansı yok. Yaptığı eleştiriyi de çok net gösteriyordu yazar ve bu eleştiri sadece bir tarafa değildi, toplumda yanlış olan herkese ve her şeye genel olarak insanları yargılayan bakışlara karşıydı. Benim beğendiğim ve Kamil Erdem’ in diğer kitaplarını da okuma isteği oluşturan bir kitap oldu. Sizin de seveceğinizi içinde bir yerinde  kendinizi bulacağınızı düşünüyorum.


Aynada kendime baktım. Yine yanlış bir yüz gördüm. Kimselere bakmayan iki yalnız göz.

14 Eylül 2017 Perşembe

Fanfa - Bedirhan Toprak


Eee… bazıları yaşar, bazıları yazar!

*

Bedirhan Toprak, daha önce duyduğum, başkasının kitabını okuduğunu gördüğüm bir yazar değildi. Bir ara çokça uğradığım, küçücük dükkanında genelde ikinci el ya da eski kitapları satan amca önermişti bana bu kitabı. 07.04.2015 yazmışım kitabın ilk sayfalarından birine, iki sene önce almışım yani ama yeni okuyup bitirdim kitabı. O zaman, ilk aldığımda 50 sayfa kadar okuyup bırakmışım. Kitabı anlamadığımı hatırlıyorum. Olay ne çözememiştim, sıkılıp bırakmıştım. Buna rağmen birçok cümlenin de altını çizmişim. Geçenlerde tekrar başlama kararı aldım dolapta öylece duran bu kitaba. İyi ki de başlamışım. Bir aşk ancak bu kadar güzel anlatılabilirdi. Vıcık vıcık, sevgi dolu, kavuşmalı aşk romanlarından da değil kesinlikle. Eğer mutlu sonlardan hoşlanıyorsanız, sevenler her zaman kavuşsun istiyorsanız sizi hayal kırıklığına uğratabilir bu kitap. Benim kitabı sevmemin en büyük sebebi ise iki yıl önce başlayıp anlayamadığım, iki sene sonra olmuş olduğumu bana göstermesi bence. İlerleme kaydetmişim bunu fark ediyordum kitabı okurken.

**

Birinin, başka birinin sadece varlığını öğrenmekle bile yanmış yıkılmış halde buluyorsam kendimi böyle… sırılsıklam, hem de sırılsıklam!

Gerçekten değişik anlatım tarzına sahip kitap, cümleleri anlamak kolay değil çoğu zaman ama okumayı kötü etkilemiyor. Hikaye de akıcı ve merak uyandırıcı zaten, sizi sarıyor.

Asıl adamımız, kendinden yaşça küçük olan Fanfa’ya aşık olur. İlk başlarda bunu kabul etmek istemez, sonraysa kendini ondan uzak tutmak için bir çok şey yapar ama hiçbir zaman başarılı olamaz. Onu o kadar seviyordur ki Fanfa’nın sevgilisiyle Çaka’yla oturup konuşmaya yemek yemeğe bile katlanır. Fanfa, ona aşık olduğunu fark etmemiş gibi davranır, o da hissettiklerini ona anlatır. Karşılık vermez tam olarak Fanfa, görüşmeye de devam ederler. Aynı iş yerinde çalışıyorlardır zaten, adamın onu görmeme gibi bir şansı yoktur.

Onun sevgisi öyle basit değildir. Sahip olmak ister Fanfa’ya ama sahip olmak için sevmez, yanında olmak yeter. Güzeli güzel olduğu sever yani, onun olduğu ya da olacağı için değil. Örnek bir sevmek onun ki, şimdinin kolay vazgeçişlerine karşı bir duruş, elini dahi süremeyeceğini bilse de ruhundan tutuştur onun sevgisi…

Yanaklarımı basan kandı da garanti, şu içime akan ne asıl?

***

Hala basımı olan bir kitap mı bilmiyorum. 2005 yılına ait bir basım benimkisi ve o zaman Bedirhan Toprak’ın editörlük yaptığı yazıyor. Şuan ne yapıyor onu da bilmiyorum hatta yaşıyor mu bakmadım bile. Sadece çok sevdim ben onu ve eğer varsa, eğer hala yazıyorsa  diğer kitaplarını da alıp kütüphaneme ekleyeceğim.


…edebiyat işte, çok da lüzumlu değildi yani!