31 Ağustos 2017 Perşembe

Zaman Geçiyordu...


Odadaki ölüm sessizliğini bozan tek şey saatin tik taklarıydı. O tik taklar olmasa zamanda belli bir noktada takılı kaldığını düşünecekti. O tik taklardı yaşadığının belirtisi, hayatın onunla ya da onsuz devam ettiğinin göstergesi... Aldığı nefes yalancıydı. Bu inip çıkan göğsü, açılıp kapanan gözkapakları, teninde hissettiği ıslaklık, hepsi birer yalancıydı. Doğruyu söyleyen başucundaki o büyük saatti, ölmediğinin tek belirtisi duyduğu tik taklardı. Zaman ilerlemeye devam ediyordu ve o bunun farkındaydı.

Bir ıslaklık vardı her tik takda. Genzi yakan bir ıslaklık, denizde boğmak için dibe çeken bir ıslaklık. Her tikde bir anı tutuyordu paçasından ve her takda başka bir anı yapışıyordu ellerine.  Ne zaman beline bu kaya bağlanmıştı, ne zaman yakıp yıkmışlardı onu, ne zaman vazgeçmişti yüzeye çıkmaya çalışmaktan? Hangi tik takda nefesini tutmayı bırakıp su yutar hale gelmişti. Etrafına, tanımlayamadığı yüzler doluşurken, boğazına yapışırken bu insanlar, neredeydi acaba o? Şimdi onu dibin karanlığına çeken anılarda bulamıyordu bu sorularının cevabını. Zaman geçiyordu ve her anıyla biraz daha yabancılaşıyordu.

Camlar, kapılar kapalıydı. Dışarıdaki olaylardan yalıtılmayı başarmış bir odaydı sanki burası, onun zihninde. Sanki toprağa yeni konulmuş bir tabutun içindeydi de, birileri, öldüğüne gerçekten üzülmemiş birileri, onu tam olarak anlamamış tam anlamıyla hissetmemiş birileri, kazma küreği kenara bırakmış tabutun üzerine avuç avuç ıslak topraktan fırlatıyordu. Tabuta çarpan ıslak toprağın gürültüsüydü işte kulaklarındaki o tik taklar. Kalbinin atışını hala duyabiliyorken beyni, üzerine atılan sevgisizlik ve umursamazlıktı o tik taklar. Gittikçe ağırlaşıyordu üstündeki birikinti, gittikçe acı veriyordu yaşamı. Zaman ilerliyordu ve o her tik takda biraz daha ölüyor, biraz daha gömülüyordu.

Uzun süredir yatmakta olduğu koltukta doğruldu. Ne soruların sonu vardı ne de toprak biterdi. Burada yatmakla olmazdı. Damarlarında akan kanın, beyninin doğru noktasına ulaşması lazımdı. Çıkması lazımdı o insanların bir bir gözlerinden. Saçlarının dibindeki tuzları yıkaması, tenindeki toprağı silkelemesi, yeniden yaşaması lazımdı. Kalktı koltuktan, önce bütün camları sonuna kadar açtı. Sonra da kapıyı açtı. Çıktı gitti o odadan, uzaklaştı saatten ve onun sesinden. Saat olmayan, tik taklarla bozulmayan bir yerlere gitmeliydi. Havalandırmalıydı mezarını, havalandırmalıydı ruhunu. Zaman geçiyordu ve o artık tik takları duymuyordu.

29 Ağustos 2017 Salı

Martin Eden - Jack London



Kitaplar gerçekti ve dünyada böyle kadınlar da vardı.

*

Aşık olduğunu fark edemeyen Ruth Morse ve ona ilk gördüğü an kapılan Martin Eden: aşkı için değişmeye, sınıf atlamaya çalışan denizci…

Tanrısal anlatımla yazılmış ve çok güçlü bir hikayesi, konusu olan bir kitap ve okuması hiç de kolay değil. İnsanı yoruyor kesinlikle, dikkati toplayıp üzerinde titizlikle çalışılması gerekiyor. Uzun süredir klasik okumamış olmanın verdiği hamlamayla okuduğum için bana sıkıcı gelmiş olabileceğini düşünüyorum ve yayınevlerine göre çeviri de değiştiği için benim okuduğum yayınevinin çevirisinden kaynaklanan bir anlatım kuruluğu olabileceğini düşünmüyor değilim. Her ne kadar kendini ispatlamış bir kitap olsa da benim daha sonra açıp tekrar okumayı isteyeceğim bir kitap olmayacak. En azından farklı bir yayınevinden başka bir basımını almayı düşünene kadar. Yine de bana bir sürü şey kattığına inanıyorum. Hiçbir klasik boş olamaz çünkü, bu kitap da kesinlikle boş değildi, zaman çaldığını düşünmüyorum. Yine kesinlikle okunması gerektiğine inanıyorum ve tavsiye ediyorum.

**

Eski yaşam biçimi ve eski arkadaşlarından kendini kurtarmış olduğu ve yeni arkadaşlara sahip olmadığı için ona okumaktan başka bir şey kalmamıştı.

Kitap, Martin’ in Morseların evine girişiyle açılıyor. Martin’ in o eve neden davet edildiğiyse daha sonra anlatılıyor. Martin Eden, bir akşam Arthur Morse’ u kavgadan kurtarır ve Arthur onu sürekli evdekilere anlatmaya başlar sonra da Martin’ i eve davet eder. Martin bu ortama ve bu yüksek sınıftan insanlara hiç alışık değildir öyle ki evde yürürken bile zorlanır. Zaten Arthur da onu yabani adam olarak tanımlar ve yemeğe davet etmesinin sebebi olaraksa onu ilginç bulacaklarını düşünmesidir. İlginç de bulurlar ama yabani olduğu için değil. Ruth, Arthur’ un kız kardeşi, kolalı gömlek yakasına alışık olmadığı belli olan bu adamı gerçekten ilginç bulur ama yabani olduğu için değil, farklı olduğu için, onda farklı şeyler gördüğü için.

O gece, Martin o evden çıktıktan sonra sarhoş gibidir. Ruth onu büyülemiş, bu büyüyle sarhoş olmuş gibidir. O aşık olmuştur ve Ruth’ un aşkına layık olabilmek için değişmeye karar vermiştir. Önce Ruth’ un ona verdiği iki şiir kitabını okur ve sonra başka bir sürü kitabı da. Sürekli kütüphaneye gitmeye başlamıştır artık. Bu süre de Ruth onun konuşmasını düzeltmeye çalışır. Kaba bir argoyla konuşan adama bir dilbilgisi kitabı verir. Martin kısa sürede büyük ilerleme kaydeder. Bu arada parası bittiği için tekrar denize açılır. Geri döndüğünde her şey için daha isteklidir ve daha çok çalışmaya başlar. Ruth’ la her hafta görüşürler. Ruth onu işlenmemiş bir mücevher olarak görüyordur adete ve onu kendi kafasındaki ideal erkeğe dönüştürmeye çalışır. Martin okudukça, öğrendikçe Ruth’ un kontrolünden çıkar. Onunla çoğu zaman aynı düşünmez ve ondan daha bilgili biri olmaya başlar. Ruth onu anlamadığı zaman saçma bir şeyler söylediği için anlamadığını düşünür. Öğrenmesini, okumasını ister çünkü bu sayede daha iyi para kazanabilecektir. Martin bilgiye ulaşmayı başka şeyler için istemektedir. Aynı zamanda Martin yazmaya başlar ve yazılarını dergilere, gazetelere gönderiri. Hiçbir yazısı kabul edilmiş olmasa da o yazmaya devam eder. Ruth bunun bir kariyer olduğunu düşünmese de o vazgeçmez. İstediğini de alır sonunda ama hiçbir şey eskisi gibi değildir ve kaybedilen çok şey vardır Martin Eden’ ın hayatından.


***

Martin Eden, London’ un okuduğum ilk kitabı değildi. Geçen sene Tanrılar ve Köpekler kitabını okumuştum ve büyülenmiştim. Mükemmel bir kitap olduğunu düşündüğümü hatırlıyorum. Yazarı o kitapla sevmiş olmam, Martin Eden’ a çarpınca biraz afallamama neden oldu. Bütün bir haftamı olduran bu kitaba saygılarımı sunmak istiyorum yine de.


Ölüm acıtmazdı.

22 Ağustos 2017 Salı

Kusursuz Avı


31.07.2017
Kusursuzu ararken tükeniyor,
En başta, en kusursuz için yaratılan
Tatmin edemiyor kalbini,
Doyuramıyor boğazını…
Pil bitiyor, kumaş eskiyor,
Elma dalında çürüyor.
Tutamıyor rüzgârı, içemiyor denizi.
Olmuşa takılmaktan düşüp dizini parçalıyor
Bir türlü önüne bakamıyor, anı yaşayamıyor,
Mutlu olmayı beceremiyor.
Yüzyıllardır, binyıllardır, milyon yıllardır,
Kendini kabul edemiyor başkalarını da
Kabul etmek istemiyor.
Bencilliğinde çürüyor.
Elleriyle kapatıp gözlerini
Tüm çirkinliğinin içinde arıyor kusursuzluğu,
Kusursuzluğu ararken tükeniyor
Yanlış yerde aradığını bilemiyor
Çöplüğünden çıkamıyor…

18 Ağustos 2017 Cuma

Beyhude Ömrüm - Mustafa Kutlu


Kitaplarda yazıyor, lakin hayat kitaplarda yazana pek benzemiyor.

*

Kitapseverlersokakta’ nın ağustos ayı kitap divanında incelenecek kitap, Beyhude Ömrüm. Ben de bu yüzden aldım ve okumaya başladım.

Açık söylemek gerekirse ilk başta çok da beğenmemiştim ama sayfalar ilerledikçe hikaye sizi sarıp sarmalamaya başlıyor. Çok çarpıcı bir konusu olmasından kaynaklı değil bence, bunun Mustafa Kutlu’ nun diliyle alakalı olduğunu düşünüyorum. İnsanı yoran bir anlatımı yok kesinlikle, okurken kitapla savaşmıyorsunuz. Aksine çevrildikçe çevriliyor sayfalar, kitabı bitirdiğinizi fark etmiyorsunuz.

Söylemek istediğim bir diğer şeyse: Daha önce bu tarz bir kitap okumamış olmam. O yüzden benim için yeni bir deneyim oldu diyebilirim. Bölümler, ki tam olarak bölüm diyebilirsek, konunun işleniş şekli, bana farklı geldi. Sonunu okuduğumda daha bi’ çok sevdim kitabı.

**

Rezillik bir adamın burun deliklerinden girmeye görsün, yapmadığını bırakmaz. 

Konu ve kahramanlara gelecek olursak: asıl kişi Çavuş’ un oğlu dedikleri kendi yağında kavrulmaktan sıkılmış bir köylü. Olayların büyük bir bölüm de onun ağzından anlatılıyor. Genel olarak da herkesin bir lakabı var bu köyde.

Hikaye nerde geçiyor yazar söyledi mi bilmiyorum ama ben yer belirtildiğini hatırlamıyorum. Sadece, meyvenin yetişmediği tarlalar, hırçın bir dere ve Islak Kaya var bulundukları yerde belirgin olarak. Kışların çetin geçtiğini, kardan yolların kapandığını ve konuşma tarzlarını göz önüne alarak kafamda bir yer kurdum ben okurken. Islak Kaya demişken de, hikaye bu kayanın etrafında dönüp dolaşıyor diyebilirim. Çavuş’ un oğlu bu kayayı delerek sulu bir bahçe, bir meyve bahçesi kurmayı düşünmesiyle olay başlıyor ve zamanı gelin herkesin buraya kadar ve bundan sonra olan olaylar üzerindeki etkisi anlatılıyor. Işık, hangi karaktere doğru dönerse o aydınlatıyor olayı.

Tabi köy dedin mi toprak kavgası, kız kaçırmalar eksik olmaz, bir de İstanbul’ a göç. Savaşın izlerinin yeni yeni geçmeye başladı bir dönem o sıralar ve yıllar geçtikçe daha çok göç veren bir köy var ortada. Bağ bahçe uğraşılır ama sonrasında kim gelip bakacaktır ki onlara? Her sene İstanbul’ dan ziyarete gelen kişi sayısı azalırken Muhtar’ ın engellemeye çalışmalarına rağmen de bahçe, bahçe olmayı başarır…

Eline alan herkesin severek okuyacağını düşündüğüm bir hikaye olduğunu da üstüne basa basa dile getirmem gerekir. Okurken kendinizi birden o bahçede kazma kürek elinizde bulabilirsiniz.

Öldüm ve bir bahçeye gömüldüm.

14 Ağustos 2017 Pazartesi

Mor Rüzgar


09.08.2017
Gözlerim yoktu ama çok iyi görmüştüm seni
İçini görmüştüm, gülüşünü tatmıştım
Ellerim tutmamıştı ama dokunmuştum sana
Kalbin avuçlarımda, nefesin boynumun köşesinde
Koşuyorum tutamıyorsun beni
Mor bir rüzgâr çarpıyor seni
Daha çok seviyorsun, unutuyorsun kalbini
Bense kalbinden gözler yapıyorum koyuyorum yuvalarına
Ve eller yapıyorum yapıştırıyorum kollarıma
Yani, yani ben seninle tamamlıyorum kendimi
Kızmıyorsun bunun için bana
Gözlerimi öpüp ellerimi tutuyorsun
Mor bir rüzgâr çarpıyor bizi
Daha bi’ çok seviyoruz böyle…

10 Ağustos 2017 Perşembe

Huzursuzluk - Zülfü Livaneli



Harese nedir, bilir misin oğlum? Arapça eski bir kelimedir. Bildiğim o hırs, haris, ihtiras, muhteris sözleri buradan türemiştir. Harese şudur evladım: Develere çöl gemisi derler bilirsin, bu mübarek hayvan üç hafta yemeden içmeden, aç susuz çölde yürür de yürür; o kadar dayanıklıdır yani. Ama bunların çölde çok sevdikleri bir diken vardır. Gördükleri yerde o dikeni koparır çiğnemeye başlarlar. Keskin diken devenin ağzında yaralar açar, o yaralardan kan akmaya başlar. Tuzlu kanın tadı dikeninkiyle karışınca bu, devenin daha çok hoşuna gider. Böylece yedikçe kanar, kanadıkça yer, bir türlü kendi kanına doyamaz ve engel olunmazsa kan kaybından ölür deve. Bunun adı haresedir. Demin de söyledim, hırs, ihtiras, haris gibi kelimeler buradan gelir. Bütün Ortadoğu’ nun âdeti budur oğlum, tarih boyunca kendini öldürür ama aslında kendini öldürdüğünü anlamaz. Kendi kanının tadından sarhoş olur.


*

Ben sadece kendimi tedavi edebilmek için yazıyorum, insan denilen yaratıkların arasında yaşama gücünü tekrar bulabilmek için.

Livaneli’ nin bu kitabını Yeni Dalga Dergisi’ nde görmüştüm ilk kez. Hakkında kısa inceleme-öneri tarzında yazı yazılmıştı ve şöyle bir cümle geçiyordu: Eğer hiç Livaneli okumadıysanız bu kitap iyi bir başlangıç noktası olabilir. Şuan kitabı okuduktan sonra bu yoruma kesinlikle katıldığımı belirtmek isterim. Huzursuzluk Livaneli’ nin okuduğum ilk kitabı oldu ama kesinlikle sonuncusu olmayacak. Dili, ifadeleri, hikâyesi, konunun işleniş tarzı, yani her yönüyle mükemmel denebilecek bir eser kesinlikle. O kadar çok altını çizdiğim yer, tekrar tekrar okuduğum cümle oldu ki. Bir yandan bitmesin diye yavaş yavaş sindire sindire okudum, bir yandan da acaba bulabildi mi, konuşabildi mi Meleknaz’ la diye merakla sayfaları çevirdim. Ayrıca kitabın dışı da çok hoş söylemeden geçemeyeceğim.

**

…kaldırıldığı hastanenin acil servisinde can verirken ağzından zar zor dökülen son cümle, “Ben bir insandım” olmuş.

Hareseyi anlatan paragrafa ayrılmış sayfayla karşılıyor sizi kitap. Bu paragraf asıl öykünün içinde geçiyor ve arka kapak tanıtımında da bir kısmı kullanılmış. Sonraki sayfayla da Hüseyin’ in öyküsüne giriyoruz, kitabın büyük kısmını oluşturan bölüm bu.

Hikaye de önemli üç kahraman var: Hüseyin, Meleknaz ve İbrahim. Kurgu Hüseyin üzerinden kuruluyor, bağlamalar, çözümlemeler her şey onun üzerinden gerçekleşiyor gibi ama tüm bunlar olurken Hüseyin ölü. Hikayeyi anlatan ve olayı inceleyen de Hüseyin’ in çocukluk arkadaşı İbrahim.

İbrahim uzun süre önce okul için Mardin’ den İstanbul’ a gelmiş, eğitim hayatını ve yaşamının kalan kısmını da İstanbul’da geçirmiş, gazeteci olmuş. Hüseyin’ in öldüğü haberini duyunca Mardin’e, ayrıldığından beri ilk defa gider ve hikaye de bu şekilde gelişmeye başlar.

Hikaye, farklı yerlerde gelişmiş bir çok yan hikayenin birleşimi gibi aslında. İbrahim, konuştuğu insanlarla, topladığı yan hikayelerle asıl olayı bir bütün haline getiriyor. Yani ortada bir yapboz var ve bu yapbozun parçalarını bir araya getirerek asıl resmi ortaya çıkarıyor. Bu yan hikayelerden biri ve aynı zamanda Hüseyin’ i Meleknaz’ la tanıştıran olaysa Suriye’ de ki savaş. IŞİD’ den, savaştan, ölümden kaçan insanlardan yalnızca biri Meleknaz. 


Katil olduktan sonra ha haç takmışsın boynuna, ha hilal, ne farkı var birbirinden.

***

Meleknaz: İbrahim’ in de okuyanın da merak ettiği kişi. Meleknaz kim? Hüseyin öldükten sonra ne oldu ona? Güzel sorular bunlar tabi. Cevabını üstü kapalı, size kitabın sonunu söylemeden vermeye çalışırsam: Meleknaz Ezidi inancına sahip, iki gözü de görmeyen bebeği olan mülteci kamplarında yaşayan bir kadın. Hüseyin oradaki insanlara yardım etmek için gittiğinde onu görüyor ve evlenmek istediği için onu kamptan çıkartarak eve getiriyor. Tabi her şey o kadar kolay değil. Hüseyin’ in zaten nişanlı olması bir problem ama basit olan problem. Asıl sorunsa Müslüman inancında Ezidilerle evliliğin yasak olması ki aynı şekilde Ezidi inancında da Müslümanlarla evlenmek yasak. Bununla birlikte Ezidilerin şeytana taptıklarını düşünüyor o bölgedeki insanlar. Sadece o bölgedeki insanlar da değil tabi. Çoğu kişinin onları böyle bildiğini anlatıyor yazar. Aslını da anlatıyor tabi ki. Kitapla ilgili belki de en sevdiğim nokta bu olabilir. Bana hiç bilmediğim bir inançla ilgili birçok şey öğretti. Yüzyıllardır çektikleri çileleri, yaşadıklarını ve inançlarını aktarış tarzı gayet hoştu ve tarafsızdı. İnandıkları şey için, inançlarını bahane eden, işkence etmeyi keyif haline getirmiş vahşiler tarafından öldürülen insanlar, Ezidiler…

Kitapla ilgili size söyleyeceklerim bunlar kısaca. Daha çok söylenecek söz var aslında ama çok ayrıntı verip tadını kaçırmak istemem. Son olarak, Huzursuzluk kesinlikle herkesin okuması, alıp kütüphanesine koyması gereken bir kitap…


Ayrıca, bütün bunlar olurken bu kadar dinin tanrısı ne yapıyordu diye sordum kendime ve cevabı buldum. Tanrı o sırada dinleniyordu çünkü yedinci gündü, altı günde evreni yaratmıştı ve yedinci gün dinlenmeye çekilmişti. Herhalde bu yüzden çığlıkları duyamamıştı.

7 Ağustos 2017 Pazartesi

Panda’cığım



05.08.2017
Sevgili Panda;

İnsanlar bana kara olduğumu söylüyor. Farkındayım Panda, biraz kararmışım. Mesela Panda, en sevdiğim kitaplar, sonu kötü bitenlerdir. Hayatta mutlu son olduğuna inancım tükendi çünkü benim. En sevdiğim mevsim de sonbahardır, hüznün mevsimi. En sevdiğim rengin mavi olmasına karşın geceyi gündüzden daha çok severim ben. Görmesem de maviyi, orada olduğunu bilirim, hissederim. Seni de çok severim Panda. Senin de dışında siyahlık var ama için güneşin doğuşu gibi göz alıcı bilirim. Benim içimse, seninki kadar aydınlık olmasa da ışıklı onu da bilirim. Nereden mi bilirim diye soruyorsun Panda? Mesela ben, ben kimsenin ağlamasıyla mutlu olmadım Panda. Kimsenin canını bilerek yakmadım, kimse benim yüzümden ağlasın istemedim Panda. Belki sokak çocuğu gördüğümde kafamı çevirdim ama gözlerim dolmasın diye çevirdim Panda. Bir de ben Panda, bir çocuğa hediye olarak oyuncak silah alınmasına hep kızdım.

Sevdim Panda, göstermedim, söyleyemedim ama sevdim. Özledim ama sustum. Ben kötü değilim, değil mi Panda? Belki dıştan biraz kararmış gözükebilirim insanlara ama içimi iyi tutmak için çok çabaladım.  Onların açtıkları yaralar, kansere dönüşmeden, üstlerine kabuk tutturtmak için çok çalıştım. Üzülmene gerek yok Panda. Acımıyorlar artık o kadar ama galiba o kabuklar yaptı benim dışımı kara.

Seni seviyorum Panda. Beni anlamasan da seninle konuşmayı seviyorum. En çok da anlamadığın için seviyorum çünkü o zaman istediğim kadar çok sevdiğimi söyleyebiliyorum. Ben böyleyim Panda, uzağım insanlara. Olan biten her şeyi kendi kendime yaşıyorum. Kimse dokunup da hissetmesin diye o kabuk tutmuş yaraları, böyleyim. Zor olup olmadığını mı merak ediyorsun? Oluyor elbet Panda. Bazen birine sarılmayı istiyorum, açıyorum kollarımı, sonra, sonra vazgeçip indiriyorum Panda. Hâlbuki ne çok ihtiyacım var sarılmaya bir bilsen Panda. Bak sana da sarılamıyorum ki, uzaktasın sen de Panda.


Hadi Panda, artık gitmem lazım. Beni seninle konuşurken görmeden birileri gitmem lazım. Seninle konuşurken takmadığım kaba maskemi takıyorum, bakma sen, görme o maskeyi. Hoşçakal Panda. Tekrar ne zaman gelebilirim bilmiyorum. Sana sırtı dönük durmayı da sevmiyorum. Koşarım ben şimdi Panda, hoşçakal…